ÜÇ SAĞLAM ÖLÇÜ
Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com
Teraziyi teraziyle tartarlar. Bir terazinin doğruluğunu tespit için, bir başka terazi gerekir. Sağlamlığı ve doğruluğu ölçü olacak bir terazi.
Bilhassa ayakların kaydığı, rüzgârların türlü türlü estiği kaypak zeminlerde tutunacak sağlam bir kulp lâzımdır. Kur’ân’da «el-urvetü’l-vüskā» diye işaret edilen sapasağlam tutacak. (el-Bakara, 256; Lokmân, 22)
Kur’ân ve Sünnet var ya diyeceksiniz.
Doğru.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurmuş:
“Size iki şey (emânet) bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe sapıklığa düşmezsiniz:
•Biri, Allâh’ın kitâbı Kur’ân;
•Diğeri Rasûlü’nün sünneti…” (Muvattâ, Kader, 3)
Lâkin Kur’ân ve Sünnet’i nasıl anlayacağımız, onların ihtivâ ettiği hükümleri nasıl tatbik edeceğimiz gibi mevzularda çıkan ihtilâflarda, Kur’ân ve Sünnet nasıl mihenk olacak?
Öyle sulandırmalar, öyle kaymalar, öyle te’viller yani öyle evirip çevirmeler var ki… Bir sağlam kıstasa tutunmadıkça, savrulmamak mümkün değil.
Meselâ; İslâmcı, ümmetçi ve dâvâ adamı kisvesinde bir insan çıkıp öyle şeyler söylüyor ki; «Acaba?» demeniz işten bile değil.
O hâlde bize ölçüler lâzım.
İstikamet ayarı ölçüler…
İşte üç ölçü:
BİRİNCİ ÖLÇÜ… SÂLİH ŞAHSİYETLER…
Sağlam duruşlu kanaat önderleri. Rabbânî âlimler, müstakîm ve sâlih zâtlar. Onların Peygamber Efendimiz’e mânen vâris oluşlarını bu mânâda da anlamalı.
Hatırlayalım:
Ümmü Eymen -radıyallâhu anhâ- Peygamber Efendimiz’in vefatından sonra ağlıyordu. Hazret-i Ebûbekir ve Ömer efendilerimiz, onu şöyle tesellî etmeye çalıştılar:
“–Niçin ağlıyorsun? Allah katındaki nimetlerin Efendimiz için çok daha hayırlı olduğunu bilmiyor musun?”
Ümmü Eymen -radıyallâhu anhâ- itiraz etti:
“–Ben onun için ağlamıyorum. Allah katındaki nimetlerin, Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz için daha hayırlı olduğunu elbette biliyorum. Ben asıl, vahyin kesilmiş olmasından dolayı ağlıyorum.”
Vahyin bizi yanlışlara düşmekten nasıl muhafaza ettiğine dair derin bir firâsete işaret eden bu sözler dolayısıyla, Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer de hislendiler. Onlar da Ümmü Eymen’le birlikte ağladılar. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 103)
Aynı firâsetli sahâbî hanım, Hazret-i Ömer’in vefatına ise; “İslâm bugün zayıfladı.” diye gözyaşı döktü. (İbn-i Sa‘d, VIII, 226, 227)
Gerçek mânâda âlimin ölümünün, âlemin ölümü olması da bundan idi.
İlim, gerçek âlimlerin vefatıyla kabzolunurdu çünkü. (Buhârî, İlim, 35)
İhtilâflı ve karışık görünen meselelerde, bu kıstasa koşmalı.
“O öyle diyor, bu böyle diyor da; istikameti, takvâsı ve şahsiyetiyle tam itimat edeceğim, filân zât ne diyor? Bu meselede duruşu nasıl? Tatbikatı nasıl? İleri sürülen te’villere, cevazlara ve ruhsatlara itibar veya iltifat ediyor mu?
Ediyorsa ne âlâ, etmiyorsa, dur bakalım!..”
İKİNCİ ÖLÇÜ…
İkinci bir ölçüyü yine Kur’ân ve Sünnet vermiş:
Akl-ı selîm sahibi, sağduyulu mü’min çoğunluğun durduğu yer. Sevâd-ı âzam denilmiş. Büyük kalabalık. Bir filtre olarak, şâz, istisnâî ve uç görüşleri eleyen bir çare.
Lâkin günümüzde bu teraziden istifade etmekte dikkat edilmesi gereken bir nokta var:
Hangi kalabalık, hangi kitle?..
Devrimizin hızla bir câhiliyye devrine doğru aktığı malûm. İster bilgisizlik, ister irfansızlık mânâsında olsun, gitgide cehl her yanı sarıyor.
İnsan, aslında yanlış yaptığını vicdânen hissedebilecek bir varlıktır. Bu sebeple; “Fetvâyı kalbine danış!” denilmiştir. (Ahmed, IV, 227-228) Bu sebeple günah; “Gönlünü kurcalayan şeydir!” (Müslim, Birr, 14) diye tarif edilmiştir.
Fakat gönüller mühürlenirse, vicdanlar kurursa, iz‘anlar, akıllar ve zevkler selâmeti kaybederse, o zaman bu iç mekanizmalar işe yaramaz. Bu kayıp ve yoksunluk; kitlelere yayılırsa, o zaman çoğunluğun ittifakı da bir mânâ ifade etmez.
Yani sevâd-ı âzam; selîm fıtratı kaybetmemiş bir İslâm toplumundaki müslümanların, İslâm’ı güzelce temsil edebilecek âlimlerin ittifakını ifade eder.
Yoksa bugünkü toplumumuz son asırlarda yaşanan siyâsî ve kültürel tazyikler neticesinde, birçok noktada, olması gereken ölçülerin çok uzağına düşmüştür. Âlim diyebileceğimiz kadroda dahî maalesef günümüzde böyle bir erozyon var. Ehl-i sünnet mangalında kül bırakmayan bir hoca, geçtiğimiz aylarda, buğz-ı fillâh kaidesine muhalif öyle sözler sarf etti, öyle fikirler savundu ki, herkes hayrette kaldı.
O hâlde, artık sevâd-ı âzam bir şey ifade etmiyor mu?
Hayır, o yine bir ölçü. Fakat sadece bu asrın kalabalığını değil, 15 asırlık İslâm tarihindeki ulemâ ordusunun teşkil ettiği ana caddeyi esas alırsak, mesele kalmıyor!..
ÜÇÜNCÜ ÖLÇÜ…
Üçüncü kıstas, ince bir firâset ayarı.
Tersinden bir kriter…
Sultan Abdülhamîd-i Sânî; milletler arası siyaset bahrinde cihet tayininde kararsız kalınca, meseleyi bir şekilde, Rus sefîrine intikal ettirirmiş. Onun fikrini öğrenmek istermiş. O ne derse, anlarmış ki, tersi doğru!..
Moskof sefîrinin sözü, aksiyle doğrudur.
mısrasıyla nazmettiğimiz bu görüşü, İmam Şâfiî’ye nisbet edilen şu söz de ifade etmekte:
Büyük imâma;
“–Fitne zamanı, hakkı tutanları nasıl anlarız?” diye sormuşlar,
Şöyle cevap vermiş:
“–Düşman okunu takip edin, o sizi hak ehline götürür.”
Ümmet-i Muhammed’in tescilli düşmanları vardır.
Kur’an ve Sünnet tescil etmiştir bu düşmanlığı:
Fâtiha’da sakınmamız emredilen «gazaba uğramış topluluk» ve «sapıtan topluluk»…
Millet ve din nefreti aşılamak değil derdimiz.
«Siyonistler ve haçlılar» dersek merâmımızı gayet iyi anlatmış oluruz.
İslâm’dan önceki kitâbî ümmetler diye de ifade edilen bu toplulukların içindeki, İslâm’a kıskançlık ve rekabet hisleriyle düşmanlık eden güruhlar; gerek zorla ve gerekse hileyle, müslümanları saptırmaya, tekrar küfre döndürmeye çalışırlar.
Fiten hadisleri dediğimiz mübârek sözleriyle, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bizleri, tarih yolculuğunda karşılaşacağımız problemlere karşı hazırlamayı murâd etmiştir. O mübârek sözlerinden birinde; “Bizden öncekileri, keler deliğine girseler girecek derecede birebir ve şuursuzca taklit edeceğimiz” îkazen bildirilmiştir. (Buhârî, Enbiyâ, 50; Müslim, İlm, 6)
Yani İslâm toplumuna teklif edilen ve kafamızı karıştıran birtakım dînî meselelerde, yukarıdaki iki ölçünün yanında bir de tersinden kriterimiz vardır:
Bize faydalı ve hayırlı diye sunulan bu teklif; Kur’ân’ın; “Mü’minler ehl-i kitab gibi olmasınlar!” (Bkz. el-Hadîd, 16) ve Allah Rasûlü’nün; “Peşlerine düşmeyin!” diye îkaz buyurduğu, geçmiş ümmetlerin de dûçâr olduğu bir belâ olmasın?
Bu çok mühim bir kıstastır.
Şöyle ki, bu tür sapma tekliflerinin sahipleri, neredeyse tam zıddı bir anlayışla;
“–Aklın yolu bir, bak onlar da bu yoldan geçmiş, doğru her yerde doğrudur, kimden gelirse gelsin kabul edilir!” gibi reklâmlara başvururlar. Bu sefil tekliflerinin, iflâsı ispatlanmış, tekrar tecrübe edilmemesi gereken birer hata olduğunu kamufle etmeye çalışırlar.
Âdeta; sundukları tahribatın, sosyolojik bir zaruret, her genç «topluluğun» başına gelecek bir vâkıa olduğunu ifade etmeye çalışırlar. Fakat 15 asırdır bizi îkaz eden; “Gayri’l-mağdûbi aleyhim ve lâ’d-dâllîn!” hitâb-ı ilâhîsi;
«–Durun!» der bize!.. “Hele de ehl-i kitap projesiyle bilhassa durun!”
İşte İslâm’a tatbik edilmeye çalışılan bütün reform, modernizm ve tarihselcilik teklifleri…
Menşe olarak, büyük çoğunluğu yahudi ve hıristiyan müsteşriklerden gelmekte. Çünkü onlar, kendi dinlerine de bu tekliflerini uyguladılar ve îtinâ ile dinlerinden arta kalanı da yok ettiler!..
İşte izlememiz gereken bir ok:
Fransız sosyolog Dominique Wolton’un Papa ile yaptığı uzun mülâkatın İslâm ve müslümanlarla alâkalı kısmında, Papa Françesko şöyle dedi:
“Tıpkı bizim kutsal metinlere yaptığımız gibi, müslümanların da Kur’ân üzerinde eleştirel bir şekilde çalışmaları, onlar hakkında iyi olur. Tarihî ve eleştirel yorum yöntemi, onların gelişmelerine yardımcı olacaktır.”
Peki, Papa’nın; «Yaptık.» diye övündüğü yorumlamalar neyle neticelenmiş?
Kendi sözlerini okuyalım:
“Biz alçak gönüllülük, rûhî ve mânevî araştırma, tefekkür ve duâ sayesinde, bazı îtikadlarımızla (inançlarımızla) ilgili yeni bir anlayış kazandık… Artık kilise, insanların azap çektiği bir cehenneme inanmıyor, bu inanç Tanrı’nın sonsuz sevgisine ters düşer. Tanrı yargıç değil, insanlığın dostu ve sevenidir. Tanrı suçlamaz, aksine kucaklar. Cehennem edebî bir tekniktir; Âdem ve Havva kıssası gibi, cehennem ayrı düşmüş rûhun üstü kapalı anlatımıdır (bundan kinâyedir). O ruh da sonunda bütün diğerleri gibi Allah sevgisinde birleşecektir… Bütün dinler haktır, sahihtir; çünkü inananların kalbinde ve inancında böyledir ve bundan başka da bir hakikat yoktur… Kilise eskiden insanların günahları ve hataları ile ilgili hakikatler konusunda çok sert idi, ama biz şimdi yargıç olmaktan vazgeçtik, biz seven ve sevecen bir baba gibiyiz, çocuklarımızı suçlamamız ve cezalandırmamız mümkün değildir. Kilisemiz farklı cinsel eğilimlere sahip olanları, kürtaja taraftar ve karşı olanları, muhafazakârları ve liberalleri, selâmladığımız ve bize katılan komünistleri… kucaklayacak kadar geniştir. Hepsini seviyoruz ve aynı tanrıya tapıyoruz.”*
İşte Hıristiyanlık içinde en mutaassıp kesimi oluşturan Katolikliğin son versiyonundan bir fragman… Protestanlık bu tavizleri çoktan verdi.
İşte bize, tarihselcilik adı altında, çare diye sunulan tahrif metodunun neticesi bu!..
Her şeyi buharlaştırmak.
Bu teraziyi, bu kıstası; toplumsal cinsiyet eşitliği, kadın hakları, karma eğitim vb. birçok içtimâî meseleye de tatbik edebiliriz.
Denenmiş denenmez…
Fecî neticeler ortada iken, niçin aynı davetlere icâbet edelim?
O hâlde;
Bize sunuluyormuş gibi dayatılan sözde çarelere karşı üç ölçüyle yaklaşalım:
•Bu teklifi; dünden bugüne istikametli, sâlih ve takvâlı zâtlar nasıl karşılamakta?
•Bu teklif, tarih boyunca İslâm ümmetinin eşrafının umumî ana caddesinde nasıl görülmüş?
•Bu teklif, daha önce ehl-i kitap tarafından tatbik edilmiş mi? Bu teklifin arkasında onların parmağı var mı?
Akıl, vahyin kanun koyucu makamına göz dikmek için değil, işte bu kıstasları uygulamak, ibret almak ve böylece istikameti tehlikelerden korumak için lâzım…
_________________________
* Hayrettin KARAMAN, Yeni Şafak, «Papa’nın yeni dini ve eşcinsel açılımı», 05/07/2019.