TEVBE DENİLİNCE

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Tevbe denilince çoğumuzun aklına hemen günah gelir. Çünkü günlük dilde tevbe deyince günahkâr bir kişinin o günahından vazgeçmesi anlaşılır. Elbette yanlış değil ama Kur’ân-ı Kerim’de tevbe kelimesinin geçtiği âyetlere baktığımız zaman, tevbenin îmandan önce başlayıp amelden sonraya kadar uzanan kullanımlarını görüyoruz.

İslâm’da en temel esas olan, olmadığı takdirde diğer hiçbir şeyin kıymeti olmayacağı bildirilmiş olan îman da esasen tevbedir. Çünkü inkârdan, şirkten, bâtıl îtikadlardan, şüphelerden, boş vermişlikten, yüz çevirmekten vazgeçip; Allâh’ın Rasûlü’ne indirdiği hidâyete yönelmek; kalbini açmaktır. Meselâ mahşer günü hakkındaki âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

“O gün Allah onlara hitap ederek;

«–Peygamberlere ne cevap verdiniz?» diye sorar.

İşte o gün kurtarıcı cevapların bütün kapıları yüzlerine kapanmıştır, birbirlerine de soramazlar. Ancak tevbe edip îmân eden ve iyi işler yapan kimseye gelince, işte onun kurtuluşa erenler arasında olması umulur.” (el-Kasas, 65-67)

Tevbe ve istiğfar, Allah Zülcelâl’in kulu üzerindeki hakkıdır. Allah; amellerine güvenen, kendini beğenen kulunu değil, kusurlarını îtiraf eden kulunu sevmektedir.

Kur’ân-ı Kerim’de tevbe; sadece günahkârlar için değil, ibâdet edenler için de tavsiye edilir. Çünkü tevbe etmek için günah işlemek şart değildir. Her ne kadar günahsız kul olmasa da -velev ki olsa bile-, ömrü boşa geçirmekten, amelleri Allâh’a lâyık şekilde yapamamaktan da tevbe etmek gerekir.

Allah Zülcelâl âyet-i kerîmede tevbeyi, amel sahibi kullarının sıfatı olarak zikretmiştir:

“Bunlar; tevbe edenler, ibâdet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükû ve secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allâh’ın koyduğu sınırları hakkıyla koruyanlardır. Mü’minleri müjdele!” (et-Tevbe, 112)

Tevbe; gafil insanın silkinip kendine gelmesi ve bu hâline pişmanlık duyarak îmâna, ibâdete, hâlini düzeltmeye yönelmesidir. İnsanın amel yapmak için gafletten, lüzumsuz dünya meşgalelerinden, faydasız, mâlâyânî işlerden silkelenip sıyrılması da fiilî bir tevbedir.

Kur’ân-ı Kerim’de Hazret-i İbrahim ile Hazret-i İsmail -aleyhimesselâm-’ın, onca imtihandan yüz akıyla geçtikten ve Kâbe’yi inşâ ettikten sonra; «Tevbemizi kabul buyur!» diye duâ ettiğini görüyoruz:

“Ey bizim Rabbimiz! Hem bizim ikimizi yalnız Sen’in için boyun eğen müslümanlar kıl hem de soyumuzdan yalnız Sen’in için boyun eğen müslüman bir ümmet meydana getir ve bize ibâdetimizin yollarını göster. Tevbemizi kabul et, hiç şüphesiz Tevvâb Sen’sin, Rahîm Sen’sin.” (el-Bakara, 128)

Allâh’ın haklarını ve hükümlerini hıfzedip korumak, O’na karşı haşyet duymak, saygıyla ürpermek, kalben her an O’na yönelmiş bulunmak… Bunlar kulluğun kemal derecesine erişmesi için lüzumlu hâllerdir. Kulluğu riyâdan, kibirden, kendini beğenmekten temizlemeden; haşyet ve inâbet hâli hâsıl olmaz. Bu basamaklar ancak, ihlâslı bir kulluğa yakışmayan bütün bu kusurlara tevbe etmekle çıkılır.

“Onlara şöyle denir:

«İşte bu (cennet), size (dünyada) va‘dedilmekte olan şeydir. O; her tevbe eden, O’nun emrini gözeten için, görmediği hâlde sırf saygıdan dolayı Rahmân’a karşı haşyet duyan ve O’na yönelmiş bir kalp ile gelen kimseler içindir.” (Kāf, 33)

Bir bakıma tevbeyi; îmanda tazelenme, yenilenme olarak da düşünmek mümkündür ki; işte böyle diriltici, samimî bir tevbe, geçmiş hataların sevaba dönüşmesine bile vesile olabilir:

“Ancak tevbe edip inanan ve sâlih amel işleyenler, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirecektir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (el-Furkān, 70)

Ne yazık ki birçoğumuz; «Mü’miniz!» desek de îmân etmenin gereğini yüzde yüz yerine getiremiyoruz. Çünkü aslında îmân ettiğimiz hakikat o kadar büyük ki; onun yanında bu fânî dünya hayatının, bizim şu işe yaramaz nefsimizin hiçbir kıymeti yok. Öyleyken neyin pazarlığını yapıyoruz?

Âlemlerin Rabbi bizden kulluk istemiş, mükâfat olarak bu kadar büyük va‘dlerde bulunmuş, en sevgili kulunu örnek ve rehber olarak göndermiş, kitâbını indirip türlü türlü üslûplarla nasihat etmiş… Bütün bunları düşününce, yapabildiğimiz kulluğun yeterli olduğunu asla düşünemeyiz.

Üstelik günah ve kabahatlerden de uzak kalamıyoruz. Allah Teâlâ Hucurât Sûresi’nde, mü’minleri birbirine «alay etmek, lakap takmak» gibi kabahatlerden sakındırırken şöyle buyuruyor:

“Îmandan sonra fâsıklık ne kötü bir namdır! Kim de tövbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.” (el-Hucurât, 11)

Demek ki; «Îmân ettim!» diyen bir kişinin; ahlâkını düzeltip, her hâlini ve hareketini mü’mine yakışır şekilde ıslah etmesi gerekiyor. Îmân ehline yakışmayan hâllerden temizlenmek için, devamlı kendimizi düzeltmemiz istenmektedir.

Hepimiz zayıflıklarla doluyuz. Her ne kadar kalben bütün günah ve kabahatlerden sakınmayı istesek de birtakım duygu ve tesirlere kapılarak yanlışlara düşüveriyoruz. Eğer bunlardan rahatsızlık hisseder, pişmanlık ile hemen Allâh’a yönelirsek o günahların lekesi kalbimize yerleşip katılaşmadan belki temizlememiz mümkün olabilir.

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Kişi kabahat işlediği zaman, bu ona huzursuzluk verirse işte o kişi mü’mindir.” (Ahmed bin Hanbel, IV, 12) buyurmaktadır.

Eğer kalp katılaşır da pişmanlık hissetmez hâle gelirse, o zaman durum çok tehlikelidir. Peygamberimiz;

“Mü’min; günahlarını, sanki dibinde oturup da üzerine düşeceğini sandığı bir dağ gibi görür.

Münafık ise burnunun ucundaki bir sinek gibi görür.” (Buhârî, Deavât, 4; Tirmizî, Kıyâme, 49) buyurmuştur.

İnsan hatalarına ve gafletine samimiyetle pişman olursa, yerine güzel amellere karşı rağbet ve gayret gelebilir. Hakikî tevbenin alâmeti; peşinden hâlini ıslah etmek, kalbini güzel niyetlerle, âzâlarını güzel amellerle bezemektir.

İçinde bulunduğumuz hâl ne olursa olsun, hemen tevbe etmeye ve salih amellere başlamaya acele etmeliyiz. Çünkü; ömrümüzün geri kalanı nasıl geçecek, bir daha fırsat bulabilecek miyiz, bilmiyoruz.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Yedi engelleyici şey gelmeden önce iyi işler yapmakta acele ediniz. Yoksa gerçekten siz;

•Unutturan fakirlik,

•Azdıran zenginlik,

•Bozup perişan eden hastalık,

•Saçma-sapan konuşturan ihtiyarlık,

•Ansızın geliveren ölüm,

•Gelmesi beklenen şeylerin en şerlisi Deccâl ve,

•Belâsı en müthiş ve en acı olan kıyâmetten başka bir şey mi beklediğinizi sanıyorsunuz?” (Tirmizî, Zühd, 3)

Allah dostlarının fârik alâmeti; yarın öleceğini bilse bile, nasıl amel yapacaksa devamlı o şekilde amel etmeye devam etmektir. Zaten hiçbirimiz yarına çıkacak mıyız; hatalarımıza tevbe etmeye, onların lekesini temizleyecek sâlih ameller yapmaya fırsat bulacak mıyız, bilmiyoruz.

Nefis; hep dünya işlerini âcil gösterip, âhiret işlerini ertelemeye meyillidir. Sanki zamanla daha kolay olacakmış gibi… Hâlbuki insanın aklı başında, vücudu dinç, hâli vakti yerindeyken yapmaya alışmadığı amelleri; bunaklık, hastalık, hüzün, acı ve dertlere saplanıp kaldığımız çağda yapmamız daha kolay olmayacaktır.

Aksine insanın iradesi günden güne zayıflayacak, başına türlü kayıplar gelecek, belki de akıl sağlığı menfî etkilenecektir. Meselâ depresyonun neden yaşlıların başına daha çok geldiği ile alâkalı bir yazıda şöyle deniliyor:

“İnsan yaşı ilerledikçe sevdiklerini kaybeder. Sosyal statüsü elinden gider. Hastalıklar sebebiyle istediklerini yapamaz hâle gelir. Dayanma gücü azalır…”

Diyanet’in huzurevine mânevî rehberlik için gönderdiği bir hocahanım anlatıyordu:

“–Daha önce alışmamış olanların en baştan öğrenmesi zor oluyor;

«–Kızım, ömrümü boşa geçirdiğim için pişmanım. Ama şimdi istesem de yapamıyorum. Artık kafam almıyor, zaten abdestimi de tutamıyorum.» diyorlar.”

İnsan sıhhatli ve aklı başındayken sâlih amel işlemişse, hastalık ve düşkünlük sebebiyle artık yapamıyor olsa da Rabbimiz lutfundan ona sevap yazmaya devam ediyor. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor:

“Kul; ibâdet üzere iyi bir yolda iken hastalansa, o kul ile vazifeli meleğe denir ki:

«İyileşinceye veya ölünceye kadar, sıhhatli iken yaptığı ameli gibi sevap yazın!»” (Ahmed bin Hanbel, II, 203)

Allah Zülcelâl bizleri elimizden gelen şeylerle sorumlu tutuyor. Elimizden geldiği kadar gayret gösterirsek, geçmişte işlenmiş kötülükleri hiç işlenmemiş gibi silmeyi va‘dediyor. Ama unutulmamalı ki tevbeler de tıpkı ameller veya duâlar gibi, Cenâb-ı Hakk’ın kapısına arz edilirler. Kabul edilip edilmemesi Allâh’ın dilemesine bağlıdır. Bu yüzden;

“Nasıl olsa tevbe ederim!” diyerek günah işlemek de olmaz. Günah olduğunu bile bile -bir zayıflığa kapılmış olarak değil de- kalben azmetmiş olarak işlenen kötülüklere basit bir; «Tevbe ettim!» sözü yeterli gelmeyebilir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Allâh’a göre şu kimselerin bir tevbesi makbuldür ki, câhillikle bir kötülük yapıp hemen ardından dönerler.” (en-Nisâ, 17)

Böyle bile bile günah işleyip, tevbeyi de ömrünün sonuna erteleyenlerin yaptıkları tevbe kabul olmayabilir. Allah Teâlâ şöyle îkaz ediyor:

“(Hayatı boyunca) günah işleyip de kendisine ölüm gelince; «İşte ben şimdi tevbe ettim.» diyen kimselerin tevbesi kabul edilmez. Kâfir olarak ölenlerin de tevbeleri kabul edilmez. İşte bunlara âhirette can yakıcı bir azap hazırlamışızdır.” (en-Nisâ, 18)

Bununla birlikte ümitsiz de olmamalı. Çünkü Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor ki:

“Nefsim kudret elinde olan Zât’a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeseniz, Allah sizi toptan helâk eder; sonra günah işleyen, arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları mağfiret ederdi.” (Müslim, Tevbe, 9)

Demek ki bizden hataların sâdır olması ve kendimizi daima Allah Zülcelâl’e karşı mücrim ve kusurlu saymamız, kulluğun îcâbıdır.