İnsanın Yeniden Başlangıç Noktası; HAC İBÂDETİ

Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

İlâhî hikmet îcâbı; yeryüzündeki bazı canlılar hayatlarının belli bir bölümünde düzenli olarak, doğdukları topraklara doğru bir yolculuk yapıyorlar. Doğdukları yerden ayrılıyor, kendilerine verilen melekelerle hayatlarını idâme ettiriyor, kendilerinden sonra gelecek nesillerinin temellerini atabilmek için, meşakkatli yolculuklara katlanarak geriye geliyorlar ve birçoğu bu yolculuktan hemen sonra vazifelerini yapmış olarak ölüp gidiyorlar.

İlmî noktada, canlıların sergilediği bu davranışın geniş îzahları elbette ki vardır. O îzahları buraya alıp tetkik etmek bizim işimiz ve alanımız değil. Ancak; «Canlıların sergilediği bu davranışın insan olarak bize yansıması nedir?» diye hep düşünmüşümdür ve ilgimi çekmiştir. «Eşref-i mahlûkat olma sırrına ermiş ve övülmüş olan insanın da acaba böyle bir yolculuğu olsa ne olurdu? Nasıl cereyan ederdi? Nereye doğru olurdu?» diye hep düşünmüşümdür.

Hâdiseye biraz farklı pencereden bakınca; aslında insanın maddî mânâda böyle bir geriye dönüşü söz konusu olmasa bile, doğduğu ve yetiştiği yerlere karşı hep bir hasretinin ve geriye dönme arzusunun olduğunu görüyoruz. Çevrenizde kime sorarsanız sorun; doğduğu yerlere dönmek, hayatının belli bir döneminden sonra orada yaşamak, yaşlanmak ve hattâ orada ölmek istediğini müşâhede edebilirsiniz.

Yine başka bir açıdan; madde plânından değil de mânâ plânından baktığımızda, aslında insanın da buna benzer bir yolculuk yaptığını ve doğduğu yerlere geriye döndüğünü söylemek mümkün olacaktır. Peki; «İnsanın göç ettiği yer neresidir?» diye sorarsanız, müslümanların hac ibâdeti için bir araya geldikleri, mukaddes topraklara bakmanızı tavsiye ederim.

Rivâyete göre; dünyanın yaratılışından sonra yeryüzünde ilk soğuyan ve yaşanabilir hâle gelen toprak parçasının, bugün müslümanların kıblesi olan Kâbe-i Muazzama’nın da üzerinde bulunduğu, harem bölgesinin olduğu söylenir. Bu mübârek topraklar; ilk insan Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’dan başlayarak, birçok peygamberin ve bugün milyarlarca müslümanın kalplerinin ve niyetlerinin buluşma noktası olması hasebiyle, aslında Kâbe’nin insanın ilk doğduğu yer, dolayısıyla baba ocağı ve anne kucağı olduğunu söylememiz mümkün olacaktır.

Diğer canlıların doğdukları yerlere göç etmesi gibi, bugünlerde insanların arasından seçilen; «Gel!» denilen, davet edilenler de doğdukları topraklara doğru bir yolculuğa çıkıyorlar. Dünyanın her köşesinden, dilleri ve renkleri farklı olsa da aynı inanca sahip milyonlarca insan, kendilerine yapılan çağrıya; «Lebbeyk!» deyip ailelerini, mallarını ve sahip oldukları her şeyi arkalarında bırakarak, hayatlarında yeni bir başlangıç yapmanın telâşı ve gayreti içindeler.

Doğdukları yere geri dönen diğer canlıların bu yolculukları nasıl meşakkatliyse, hac yolculuğu da o denli meşakkatlerle dolu. Bundan dolayı hacca niyet ederken;

“Haccı bana kolaylaştır ve kabul eyle!” diyoruz. Bu zorluk sadece fizikî mânâda değildir; aynı zamanda yüklü bir mâlî külfet getirdiği için, nefsin en fazla zorlandığı ibâdetler arasındadır.

Hac yolculuğu evvelâ terk etmekle başlar. Hacca giden insan, yanında çok şey götüremez. Sahip olduğu makamı, mevkii, malı, serveti, eşi ve evlâdı terk etmezse yürüyüşü yavaşlar, menzile eremez. Hac, insanın kendi kendini hatırlaması ve özüne dönmesi için Rabbimiz tarafında verilen büyük bir nimettir. Son âna hazırlanmanın ve mahşer ânının bir provasıdır âdeta. İnsanı Allah’tan gafil eden ne varsa, onu elinin tersiyle itip; «Lebbeyk!» diyerek çağrıya uymanın, dünyaya ait her ne varsa geride bırakıp yalnız bir ihramla huzûra durmanın adıdır.

Hac, insana en son noktada ne yapması ve nasıl davranması gerektiğini öğretir. İnsan dünyaya yalnız gelir ve yine yalnız olarak bu dünyadan göçer. Dolayısı ile hayatı boyunca ne biriktirmişse, avuçları içine alıp mahşere gider gibi Arafat’a taşımaktadır.

Hac insan için âdeta yeniden bir doğuştur. Bu yeniden doğuş vetîresi mü’min için âdeta hayatını ikiye ayıran bir milât gibi olmalıdır. Mü’min; hayatını hac yapmadan evvel ve hac yaptıktan sonra, diye ikiye ayırmalı ve kuşandığı bu zırhla ömrünün sonuna kadar muhafaza olmaya çalışmalıdır.

Bu yeniden doğuşun mahiyetini tarif eden Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Her kim şu Kâbe-i Muazzama’ya hac niyetiyle gelip de fısk ve refes işlemeden haccı îfâ ederse, anasından doğduğu gibi günahsız bir şekilde tertemiz olarak evine döner.”
(Müslim, Hac, 438) buyurmuştur.

Hac tevekkül ve teslîmiyettir. Haccın her menâsiki, insan hayatında belli sembollere karşılık gelir. Arafat mahşeri; Müzdelife yakınlaşmayı ve buluşmayı; Mina ümidi; Safâ ve Merve acziyeti, heyecan ve gayreti; Kâbe ise ümmetin buluşma mekânı ve nabzının attığı yeri yani kalbi sembolize eder. İnsanda kalp ne ise dünyada Kâbe odur. O hâlde vakit; fırsat elimizden gitmeden, son yolculuğumuza çıkmadan kalbimize ve Kâbe’mize dönme vaktidir.

Rabbimiz hamurumuzun yoğurulduğu bu topraklardan gönlümüzü ayırmasın. Her secdede yeniden başlangıç yapabilme ve bu şuurla yaşayabilmeyi lutfetsin. Bedenlerimizi mukaddes topraklarda bir araya getirdiği gibi gönüllerimizi de bir araya cem etsin. Duâ ve niyazlarımızı; Arafat’ta, Müzdelife ve Mina’da yapılan ve kabul edilen duâların arasına dâhil eylesin.