«ÂH KEŞKE!» DEMEDEN

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Hazret-i İbrahim, Cenâb-ı Hakk’ın kurban emrine teslim oldu.

Sonunda;

«Elhamdülillâh!» dedi.

Hanımı Hazret-i Hacer Annemiz de aynı emre boyun büktü. O da sonunda;

«Elhamdülillâh!» dedi.

Oğlu Hazret-i İsmail de aynı emr-i ilâhîye teslim ve râzı oldu. O da sonunda;

«Elhamdülillâh!» dedi.

Hazret-i Cebrâil, koçla geldi ve:

«Allâhu ekber!» dedi.

Hep birlikte;

«Allâhu ekber!» dediler.

«Elhamdülillâh!» dediler.

Bayram ettiler.

O bayram, kıyâmete kadar bütün mü’minlere bayram oldu.

Diğer taraftan;

İnsanlık tarihinde Allâh’ın emrine mûteriz yaşayanlar da çıktı, yani nice nemrutlar da boy gösterdi, lâkin onlar ancak kahır tecellîlerine dûçâr oldular. Hepsi de sonunda helâk edildiler. Son demde ilâhî gerçeği fark etseler de kurtulamadılar. Meselâ Firavun, tam boğulurken aklı başına gelir gibi oldu:

“‒Ben de müslümanlardanım, dedi.” (Yûnus, 90)

Dedi ama, gökten aldığı cevap mânidardı:

«‒Şimdi mi?» (Yûnus, 91)

“O ve askerleri,

•Yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve

•Gerçekten bize döndürülmeyeceklerini sandılar.” (el-Kasas, 39)

“Biz de;

•Onu ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik (orada boğuldular).

Bak işte;

•Zâlimlerin sonu nice oldu!” (el-Kasas, 40)

“Biz;

•Onları, ateşe çağıran öncüler kıldık.

•Kıyâmet günü de kendilerine yardım edilmeyecektir.” (el-Kasas, 41)

Hâsılı;

“Onları;

•Bu dünyada lânete uğrattık.

•Onlar, kıyâmet gününde de iğrenç kılınmış kimselerden olacaklardır.” (el-Kasas, 42)

Hâlbuki onlar;

Öleceklerini zannetmeden yaşarlarken azâb-ı ilâhîye ve kahr-ı Hudâ’ya dair lâkayt felsefeler yapıyorlardı. Kıyâmet ve mahşerle alâkalı büyük haber husûsunda yalan-yanlış ve umursamaz bir ağızla en ahmakça yorumlara dalıyorlardı. Hattâ dosdoğru îmânı ve kulluğu, en değersiz ve gereksiz bir şeymiş gibi gündemlerine bile almıyorlardı. Meşgul oldukları boş işleri ve bâtıl gidişatlarını çok mühimsiyor ve ebedî felâket getirecek olan gafletlerine toz kondurmuyorlardı.

Onlar;

Vur patlasın, çal oynasın tarzında bir yaşayıştan başka bir hayat düşünmüyorlardı. Bu itibarla güya zevklerine, keyiflerine ve özel dünyalarına asla dokundurtmuyorlardı.

Onlar;

Ne nasihat dinliyorlardı, ne de akıl edip de müsbet bir tefekküre râm oluyorlardı. Bu fânî ömrü, hiç bitmeyecek zannediyorlar ve sadece kendi mantıklarına tapmak sûretiyle bomboş gayeler uğrunda âdeta selde sürüklenen kütükler misali yaşıyorlardı.

Onlar;

Hayret ki, hak ve hakikate düşman kesilmişlerdi. Ebedî doğruyu ve sonsuz gerçeği duymak bile istemiyorlardı.

Onlar;

Omuzlarına ezelde konulmuş yüce emâneti sırtlarından atmayı bir kurtuluş ve özgürlük sanmış, böylece sorumsuzluk bataklığına saplanmışlardı. Bu yüzden her virajda ilâhî mes’ûliyetlere karşı daima öfkeli, saldırgan ve isyanla lebâleb idiler.

Onlar;

Çok akıllı, zeki ve bilgili olduklarını iddia ederek; «İşte kazanç bu!» deyip sonsuz bir iflâsı tercih etme aptallığını ispat ettiler.

Çünkü onlar;

Gidiş güzergâhı çok keyifli, engelsiz, dümdüz, rahat, konforlu, lüks ve her bakımdan nefse uygun ve çok kolay diye âdeta cehenneme âşık oldular, buna mukabil gidiş güzergâhı çok zorlu, engebeli ve çileli diye cennete karşı nefretle doldular.

Lâkin;

En sonunda dediler ki:

«Âh keşke!»

Ömür boyu bütün dediklerinin bir hiç olduğunu en nihayet anladılar ve ecel geçidinden sonra artık tek bir cümle söyler oldular:

«Âh keşke!»

Kimisi şöyle dedi:

يَا لَيْتَن۪ي لَمْ اُشْرِكْ بِرَبّ۪ٓي اَحَدًا

«‒Âh keşke, ben Rabbime hiçbir kimseyi ortak koşmamış olsaydım!» (el-Kehf, 42)

Kimisi şöyle feryat etti:

فَلَوْ اَنَّ لَنَا كَرَّةً فَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ

“‒Âh keşke bizim için (dünyaya) bir dönüş daha olsa da, mü’minlerden olsak!” (eş-Şuarâ, 102)

Kimisi şöyle figan etti:

لَوْ كَانُوا مُسْلِم۪ينَ

“‒ Âh keşke müslüman olsaydık!” (el-Hicr, 2)

Kimisi şöyle kahroldu:

لَوْ اَنَّ لَنَا كَرَّةً فَنَتَبَرَّاَ مِنْهُمْ كَمَا تَبَرَّؤُ۫ا مِنَّاۜ

“‒Âh, keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların (peşine düştüğümüz kötü kimselerin burada) bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan (dünyada fırsat eldeyken) uzaklaşsaydık!” (el-Bakara, 167)

Heyhat, iş işten geçtikten sonra ne deseler, elbette kâr etmedi ve hepsi;

فَاَصْبَحَ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ

“Kaybedenlerden / ziyan edenlerden oldu.” (el-Mâide, 30)

فَاَصْبَحَ مِنَ النَّادِم۪ينَ

“Ettiğine yananlardan / pişmanlık duyanlardan oldu.” (el-Mâide, 31)

Maalesef onlar;

Bugünkü gayret ve rahmet fırsatını kaçırdılar da, yarınki faydasız ve ebedî bir nedâmet ateşinde keşkeden keşkeye daldılar:

“(Eyvah);

‒KEŞKE bana ki­tabım verilmeseydi.

‒Şu hesabımı hiç öğrenmemiş olsaydım.

‒KEŞKE ölüm, işimi bitirmiş olsaydı.

‒Malım da bana hiçbir fayda vermedi.

‒Saltanatım ve gücüm de benden yok olup gitti. (Bir şeyciğim kalmadı.)” (el-Hâkka, 25-29)

Bu acıklı ahvâli;

Hazret-i Allah, onlardan sonraki nesillere bizzat kendisi de mânidar bir şekilde «keşke» tabirini kullanarak anlattı. Yani onların sonsuza dek çektikleri; «âh keşke»leri bütün nesillere aynı «keşke»lerle duyurdu. Defaatle buyurdu:

KEŞKE BİLSELERDİ…

وَلَوْ اَنَّهُمْ اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا لَمَثُوبَةٌ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ خَيْرٌۜ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ۟

“Eğer;

•Îmân edip kendilerini kötülükten korusalardı.

Şüphesiz,

•Allah tarafından verilecek sevap daha hayırlı olacaktı.

‒Keşke bunları anlasalardı / KEŞKE BİLSELERDİ!” (el-Bakara, 103)

نَارُ جَهَنَّمَ اَشَدُّ حَرًّاۜ لَوْ كَانُوا يَفْقَهُونَ

“‒Cehennemin ateşi daha sıcaktır. KEŞKE ANLASALARDI.” (et-Tevbe, 81)

وَلَاَجْرُ الْاٰخِرَةِ اَكْبَرُۢ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَۙ

“Âhiret mükâfâtı daha büyüktür. Keşke bilselerdi.” (en-Nahl, 41)

وَلَعَذَابُ الْاٰخِرَةِ اَكْبَرُۢ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ۟

“Âhiret azâbı elbette (dünyadakinden) daha büyüktür. Keşke bilselerdi!” (el-Kalem, 33)

“Azâbı gördükleri zaman (anlayacak oldukları gibi) zâlimler, bütün kuvvetin Allâh’a ait olduğunu ve Allâh’ın azâbının da çok şiddetli olduğunu, keşke önceden anlayabilselerdi.” (el-Bakara 165)

لَوْ اَنَّهُمْ كَانُوا يَهْتَدُونَ

“Keşke onlar (dünyada iken) doğru yola gelselerdi.” (el-Kasas, 64)

“(Benim nezdimde)

•Bu dünya hayatı, ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir.

•Âhiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur.

‒Keşke bilselerdi!” (el-Ankebût, 64)

Cenâb-ı Hak; herkesin bu hakikatleri vaktinde görmesini ve bilmesini murâd ederek açık açık izahlar içinde böyle söylerken, bundan gafil olanların da âkıbet mutlaka göreceğini ve bileceğini de açıkça vurguladı:

BİLECEKLER…

ذَرْهُمْ يَاْكُلُوا وَيَتَمَتَّعُوا وَيُلْهِهِمُ الْاَمَلُ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ

“(Ey Rasûlüm!)

‒Onları bırak;

•Yesinler,

•Eğlensinler ve

•Boş emel, onları oyalayadursun.

‒(Merak etme kötü âkıbeti) YAKINDA BİLECEKLER!” (el-Hicr, 3)

لِيَكْفُرُوا بِمَٓا اٰتَيْنَاهُمْۙ وَلِيَتَمَتَّعُوا۠ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ

“(Ey Rasûlüm!)

•Kendilerine verdiklerimize karşı nankörlük etsinler ve

•Sefâ sürsünler bakalım!

‒Yakında bilecekler!” (el-Ankebût, 66)

لِكُلِّ نَبَاٍ مُسْتَقَرٌّۘ وَسَوْفَ تَعْلَمُونَ

“(Ey insanlar!)

•Her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır.

‒Yakında siz de bileceksiniz.” (el-En‘âm, 67)

“Hayır! Yakında bileceksiniz! Elbette yakında bileceksiniz!” (et-Tekâsür, 3-4)

Lâkin elbette ki dünyada bilmeyip de âhirette bilenler;

لَيُصْبِحُنَّ نَادِم۪ينَۚ

“Mutlaka pişman olacaklar!” (el-Mü’minûn, 40)

Bu itibarla Cenâb-ı Hakk’ın îkazı ve fermanı daima şu eksende oldu:

SONRA DEĞİL ÖNCE…

Bilmek de önce, pişmanlık da önce. Îman da önce ibâdet de önce. Yüce gayeler de önce gayretler de önce. Namaz da önce, infak da önce. Allâh’ı dinlemek, dîni yaşamak ve Kur’ân’a sarılmak da önce. Yani bunların hepsi de;

«‒Âh keşke!» demeden önce.

İşte âyet-i kerîmeler:

“(Ey Rasûlüm!)

‒Îmân eden kullarıma söyle:

•Hiçbir alışveriş ve dostluğun bulunmadığı bir gün GELMEDEN ÖNCE,

•Namazlarını dosdoğru kılsınlar,

•Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda gizli ve açık infâk etsinler / (Allah için) harcasınlar!” (İbrâhîm, 31)

“(Ey insanoğlu!)

‒Allah katından dönüşü olmayan bir gün,

•(Kıyâmet günü) GELMEDEN ÖNCE,

•Yüzünü dosdoğru dîne çevir!

•O gün (kıyâmet günü) insanlar bölük bölük ayrılacaklardır.” (er-Rûm, 43)

“(Ey kullarım!)

‒Allah’tan,

•Geri çevrilmesi imkânsız bir gün GELMEZDEN ÖNCE,

•Rabbiniz’e Rabbiniz’in çağrısına uyun.

Çünkü o gün;

‒Hiçbiriniz sığınacak yer bulamazsınız,

‒İtiraz da edemezsiniz.” (eş-Şûrâ, 47)

Öyleyse;

“(Ey kullarım!)

‒Size;

•Azap gelip ÇATMADAN ÖNCE

•Rabbiniz’e dönün,

•O’na teslim olun!

‒Sonra size yardım edilmez.” (ez-Zümer, 54)

Kezâ;

“(Ey kullarım!)

‒Siz farkında olmadan, ansızın,

•Başınıza azap GELMEZDEN ÖNCE,

•Rabbiniz’den size indirilenin en güzeline / Kur’ân’a tâbi olun.” (ez-Zümer, 55)

Kezâ;

اَنْ تَقُولَ نَفْسٌ يَا حَسْرَتٰى عَلٰى مَا فَرَّطْتُ ف۪ي جَنْبِ اللّٰهِ وَاِنْ كُنْتُ لَمِنَ السَّاخِر۪ينَۙ

“(Ey kulum!)

•Kişinin; «‒Allâh’a yakınlık husûsunda kusurlu davrandığım için bana yazıklar olsun! Gerçekten ben alay edenlerdendim.» (diyeceği günden sakın)!” (ez-Zümer, 56)

اَوْ تَقُولَ لَوْ اَنَّ اللّٰهَ هَدٰين۪ي لَكُنْتُ مِنَ الْمُتَّق۪ينَۙ

“Ya da;

«‒Allah, keşke bana hidâyet verseydi, elbette sakınanlardan olurdum.» diyeceği günden sakın!” (ez-Zümer, 57)

اَوْ تَقُولَ ح۪ينَ تَرَى الْعَذَابَ لَوْ اَنَّ ل۪ي كَرَّةً فَاَكُونَ مِنَ الْمُحْسِن۪ينَ

“Ya da;

Azâbı gördüğünde; «‒Keşke benim için dünyaya bir dönüş daha olsa da muhsinlerden / ihsan ehlinden olsam.» diyeceği günden sakın!” (ez-Zümer, 58)

Çünkü Allah, o kişiye diyecek ki:

“‒Hayır (burdan dönüş yok! Malûm);

‒Âyetlerim sana gelmişti de sen onları yalanlamış, büyüklük taslamış ve inkârcılardan olmuştun.” (ez-Zümer, 59)

Bu gerçeklerden hareketle Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur ki:

“Akıllı kimse, nefsini muhasebe eden ve ölümden sonrası için çalışandır. Aciz de, nefsini hevâsının peşine takan ve Allah’tan temennîde bulunan kimsedir.” (Tirmizî, Kıyâmet, 26)

Birinin son demi;

«Elhamdülillâh» ile noktalanır, neticesi de ebedî bayram olur.

Diğerinin son ânı ise;

«Âh keşke»lerle biter ve âkıbeti de sonsuz bir hüsrandan ibarettir.

Ders alabilenlere ne mutlu!

Zaten;

Eğer toprak üstündekiler, toprak altındakilerden yükselen «âh keşke»leri bir duyabilseydi, ânında ölümsüz bir idrâke mazhar olurlardı.

Bu yüzden ne yapıp edip duyabilmek lâzım.

Çünkü;

Geçmişlerin «âh keşke» ifadeleri, gelenlerdeki en âmâ gözleri bile açabilecek bir kıvılcım gibidir. Ya da görünmeyenleri bile gösteren bir gözlük gibidir. Ya da duyulmayanları bile işittirebilen bir kulaklık gibidir.

Tabiî vaktinde işitilirse.

Yoksa;

Gaflet rüzgârlarında savrularak sanki bu fânî hayat tekrar verilecekmiş gibi davrandıran bakışların ve yorumların neticesi, faydasız ve acı bir keşkeye çıkar. Onun için bunu fark eden bir basîret gerekli her gönle. Bilhassa genç kuşaklara. Çünkü hamlık ve gençlik bir araya gelince;

«‒Bir kerecik şeytana veya nefse uysam, ne çıkar?» diyebiliyorlar.

Sonra da ne çare;

«‒Âh keşke!»ler patlıyor.

Öyledir:

İnsan, günaha daldığı an, ilk önce güzel bir;

«‒Ohh be!» çeker.

Fakat en sonunda ise dayanılmaz bir;

«‒Âh keşke!» çeker.

Gamsız gamsız nefse aldanarak yaşarken;

«‒Hele be, dünya varmış!» çeken zavallılar, sonunda bin bir şok içinde;

«‒Eyvah, âhiret varmış! Âh keşke!» çeker.

Bazen de;

Bir leş kargasının peşine düşer gafil insan, kendini bir azap çukurunda bulur. Türlü kahkahalar yüklü şarkıların ardından;

«‒Âh keşke!» çeker.

Kimisi;

Şeddeli bir zâlimin ardında koşar durur bir ömür. Âkıbet kömür gibi bir kimse olur da yuvarlanır cehenneme, artık hiç bitmeyen bir vird gibi;

«‒Âh keşke!» çeker.

Elbette;

Bugün dünyadaki mazlumların mâtemlerini görmeyen ve onların feryatlarını duymayanlar da bir gün mutlaka;

«‒Âh keşke!» çeker.

Koca devrânın dört bir yanındaki sahipsiz mahrumları, muhtaçları ve mağdurları bir kenara bırakanlar, onlara şefkat ellerini uzatamayanlar, yani Allah yolunda infâk etmeyenler de en sonunda hiç durmadan;

«‒Âh keşke!» çeker.

Şimdilerde;

Asırlardır dağılmayan, yenilgi görmeyen, dimdik duran ve memleketin temel taşı olan aileler, darmadağın olmaya başladı. Cennet yuvalar, bir hiç yüzünden, incir çekirdeğini doldurmayacak nefsânî dürtülere kapılmak yüzünden parçalanır oldu. Öve öve bitirilemeyen fazîletlerimizin yerine en modern çözümcü ilâç markası altında en arsız hazımsızlıklar şırınga edildi. Eğer ailelerdeki bu dağılma, milletçe el ele vererek toparlanmaz ise, herkes sadece;

«‒Âh keşke!» çeker.

Kezâ, yeni yetişen nesilleri, onları düşman karşısında vakur ve yenilmez yapacak bir îman ve Kur’ân ile yoğurmayanlar, tarihin can yakan faturalarıyla karşılaşır ve ağır bedeller ödeyerek;

«‒Âh keşke!» çeker.

Kezâ, düşmanlarına hayranlık içinde gönüllü köle olarak onlara daima iyimser ve sıcacık yüz olup da dostlarına her zaman kötü ve soğuk çehre kesilenler de, sürekli;

«‒Âh keşke!» çeker.

Kezâ; güçlerini, ülke imkânlarını, enerjilerini ve topraklarını düşmanlara teslim etmeyi özgürlük sananlar, elbette gün gelir;

«‒Âh keşke!» çeker.

Daha dün;

Orta Doğu’nun bütün petrol yatakları aslında bizim elimizde idi. Sonra özgürlük nâraları ile birliğimiz ve kocaman coğrafyamız dağıldı. Düşmanların ellerinde bizim zenginliklerimiz bizim elimizde ise onların üflediği özgürlük nâraları kaldı. Sonra da sayfa sayfa, ciltler dolusu;

«‒Âh keşke!»ler kaldı.

Koca bir imparatorluğun öz fertlerinin birbirine attığı özgürlük nâraları sonunda nice memleketler gitti, nice ülkeler ve zenginlikler başkalarına esir oldu. Geriye dayanılmaz sancılar ve kahırlanmalar içinde;

«‒Âh keşke!»ler kaldı.

O hâlde unutmamalı:

Gerek fert plânında, gerek aile plânında, gerekse millet çapında herhangi bir problem bahsinde eğer vaktinde faydası mümkün iken beş dakikacık ayırmayan sonra da elli sene ayırsa da çözülmesi mümkün olmayan girdaplara düşenler, en sefil şekilde;

«‒Âh keşke!» çeker.

Şu âlemde;

Gözü olduğu hâlde âmâ gibi yaşayanlar, kulağı olduğu hâlde sağır gibi duymayanlar, çaresizler gibi;

«‒Âh keşke!» çeker.

Şefkatten ve duyarlı olmaktan, cömertlik ve merhametten uzak düşenler;

«‒Âh keşke!» çeker.

Dînini, dilini, bayrağını ve vatanını bir bütün hâlinde idrâk edemeyenler;

«‒Âh keşke!» çeker.

Bu stratejik topraklarda, bu muhteşem Anadolu’da, İstanbul’da ve dünya sathında devâsâ bir gönül coğrafyamızda millî ve mânevî gerçek şahsiyetini unutanlar;

«‒Âh keşke!» çeker.

Şanlı ecdâdına ve şanlı tarihine vefâ göstermeyip sırt dönenler;

«‒Âh keşke!» çeker.

Toplumumuzu inşâ ve ihyâ eden İslâm harcıyla örülmüş en doğru îman, irfan, sevgi, saygı, fazîlet, şefkat, muhabbet, fedâkârlık, ahlâk, nikâh, iffet, diğergâmlık ve kardeşlik gibi yüce ve ölümsüz hasletleri kaybedenler;

«‒Âh keşke!» çeker.

Geçmişten geleceğe medeniyetimizin göz nûru, ciğerpâresi olan tertemiz evlâtları; fiziken mevcut olduğu hâlde mânâ, şahsiyet ve hakikat itibarıyla babasız, annesiz, dedesiz ve ninesiz bırakanlar, bir gün, çığlık çığlığa;

«‒Âh keşke!» çeker.

Bu gel geç ömrü, anlık nefsânî reflekslerle ve bomboş dürtülerle yaşayarak omuzlardaki sayısız mes’ûliyetlerini, vazifelerini ve işlerin sonunu, daha doğrusu en sonunu hesaba katmayanlar, katamayanlar;

«‒Âh keşke!» çeker.

Hayırda yarışmayı terk ederek şerde at koşturanlar;

«‒Âh keşke!» çeker.

Öfkelerine mağlup olanlar;

«‒Âh keşke!» çeker.

Hâsılı;

Hazret-i Allâh’a ve Hazret-i Peygamber’e itaat hâlinde olmayanlar, iki dünyada da;

«‒Âh keşke!» çeker.

Şu hadîs-i şerif ne kadar hikmetlidir:

“Yedi şeyden önce amelde acele edin:

‒Unutturan fakirliği mi bekliyorsunuz?

‒Tuğyân ettirip azdıran zenginliği mi bekliyorsunuz?

‒(Her şeyi) bozup perişan eden hastalığı mı bekliyorsunuz?

‒Saçma sapan konuşturan / aklınızı götüren ihtiyarlığı mı bekliyorsunuz?

‒Ansızın geliveren ölümü mü bekliyorsunuz?

‒Deccal’i mi bekliyorsunuz? Bu, gelmesi beklenen şeylerin en şerlisidir.

‒Yoksa kıyâmeti mi bekliyorsunuz? Kıyâmet ise hepsinden kötü, hepsinden daha acıdır.” (Tirmizî, Zühd, 4; Nesâî, Cenâiz, 123)

Hisse çok açık:

Sâlih amellere sarılarak gayret edilmesi gerekirken tutup da tembelliklere ve rehâvetlere dalarak gayret edemez hâle gelmeyi beklercesine bir gaflete zebûn olmak, insanoğluna ancak;

«‒Âh keşke!» çektirir.

Şu hadîs-i şerif de bu meyanda çok mânidar ve irşâd edicidir:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbından bir kişi, içinde tatlı su gözesi bulunan bir dağ yolundan geçmişti.

Burası çok hoşuna gitti ve;

«–Keşke insanlardan ayrılıp şu dağ kısığında otursam. Ama Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den izin almadan bunu asla yapmam!» dedi.

Sonra arzusunu Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e anlattı. Peygamberimiz de;

«–Böyle bir şey yapma. Çünkü sizden birinizin Allah yolunda çalışıp gayret sarf etmesi, evinde oturup yetmiş sene namaz kılmasından daha fazîletlidir. Allâh’ın sizi bağışlamasını ve cennete koymasını istemez misiniz?..» buyurdu.” (Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd, 17)

Kim istemez ki!

Bu isteği her gün hatırlatmak üzere, camilerimizin kıble duvarlarında enfes hatlarla yazılı şu levhalar, ne kadar câlib-i dikkattir:

“‒Ölmeden önce tevbe etmekte acele edin!”

“‒Vakti geçmeden namaz kılmakta acele edin!”

Tevbe ve namaz.

Mü’min ve müslümanlar olarak, üzerinde ihtimamla durulması en mühim hasletlerimizden. Bunlar, mutlaka dopdolu olması gereken ebediyet dağarcığımız. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- hakkındaki şu eğitici dertlenişi, bizlerin de bu hususta nasıl bir şuurla gayret etmesi gerektiğinin en güzel tezâhürü ve fermanıdır. Buyuruyor ki Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“‒Abdullah ne iyi adam! Keşke bir de gece namazı kılsa!”

Sâlim diyor ki:

“‒O günden sonra Abdullah geceleri pek az uyurdu.” (Buhârî, Teheccüd, 2, 21, Fezâilü’s-sahâbe, 19, Ta`bîr, 25, 36; Müslim, Fezâilü’s-sahâbe, 139, 140)

Velhâsıl;

Ecdâdın, eskimez tabiriyle;

Sâat-i vâhidedir ömr-i cihan

Sa‘yini tâate sarf eyle heman

Ancak bu takdirde;

Menfî / olumsuz durumlar için söylenen «âh keşke»lerin yerini müsbet / olumlu «keşke»ler alır. Bunlar, isabetli ve güzel keşkelerdir. Habîb-i Neccar’ın söylediği bir keşkedir bu. Malûmdur ki, ona;

“‒Cennete gir!” denildiğinde, o da şöyle demişti:

“‒KEŞKE, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını kavmim bilseydi!” (Yâsîn, 26-27)

İşte Hakk’a kurban oluşun gerçek bayramı:

Hem bambaşka bir huzur, rahmet ve lütuf dolu, hem de ebedî.

Yâ Rab!

Nasîb et!

Âmîn!..