VEFÂ Îmânın Fârikasıdır.

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com – seyri@yuzaki.com

Cenâb-ı Hakk’ın insanoğlunda en sevdiği hasletlerden biri vefâdır.

Öyle ki;

Kim vefâ ehli ise, Allah onu bütün insanlara nümûne-i imtisal kılmaktadır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Bir zaman Rabbi, İbrahim’i birtakım emirlerle denedi. İbrahim de onların hepsini yerine getirdi.

Rabbi şöyle buyurdu:

«‒Ben seni bütün insanlara önder yapacağım.»” (el-Bakara, 124)

Bir başka âyette de şöyle takdir etti:

وَاِبْرٰه۪يمَ الَّذ۪ى وَفّٰى

“İbrahim ki, ahdine vefâ gösterdi / Allâh’ın emirlerini bütünüyle yerine getirdi.” (en-Necm, 37)

Niçin vefâ?

Çünkü ağır cefâlarla dolu bir dünyada her türlü imtihan var. O imtihan kıskaçlarına girdiğinde insanın sergilediği duruş ve davranışlar, iddia ettiği ile ispat ettiği arasında büyük farklılıklar oluşturabiliyor.

Hâlbuki;

Îmân ile yaşayışın aynılığı makbul. Ne olursa olsun sözünde ve özünde sebatkârlık makbul. Şükür hâlini, çilelerin ortasında da aşk ile sürdürebilmek makbul. Hakk’a râzı oluş hâlini, nefsinin hiç istemediği şeylerle karşılaştığı anlarda bile iştiyakla devam ettirebilmek makbul. Namazlarını îfâ aşkını ve her ibâdette gönül huzurunu, sanki başına deve işkembeleri atılmışça yaşanan çalkantılara rağmen yine de gerçekleştirebilmek ve onları istikrar ile edâ edebilmek makbul. En yüce ahlâkı, her tarafı çamur yollarda bile kirletmeden yaşayabilmek makbul. Koca dağların, tüm yerlerin ve göklerin taşıyamadığı mukaddes emâneti; gittikçe vicdansızlaşan bir çağın ve zulümhâne olan bir dünyanın sayısız çelmelerine karşılık hiç düşmeden bilâkis daha dirâyetle taşıyabilmek makbul. Yüce tevhîdi; her şeyin birbirinden koptuğu, gönüllerin darmadağın olduğu bir hengâmda bile sarsılmaz bir birlik sırrı ve coşkusu içinde bilhassa kelime-i şahâdetteki ruhla bütün bir ömre terazi edebilmek makbul.

Yani;

Her yandan nice cefâlar fışkırsa da yine her bakımdan vefâ ehli olabilmek makbul.

İşte Hazret-i İbrahim’i böyle bir vefâ, müstesnâ eyledi.

Nasıl bir vefâydı bu?

Öz ifadesiyle îmânının fârikası olan bir vefâydı.

Gerçekten de;

Hazret-i Allah, O’ndan malını tasadduk etmesini istediğinde, o ârif gönül, hiç tereddüt etmeden her şeyini verdi; vefâ gösterdi.

Yüce Rahmân, O’ndan evlâdını kurban etmesini istediğinde, o basîretli mü’min, müthiş bir teslîmiyetle itaat etti; vefâ gösterdi.

Ulu Mevlâ, O’ndan canını fedâ etmesini istediğinde, o âşık ve sâdık kul, dağ gibi alevlere atılıyor olmasına rağmen hiç tereddüt etmedi; vefâ gösterdi.

Böylece;

Dünya ve âhiret her iki devranda da o muhterem karakter, sayısız nimetler itibarıyla «Halil İbrahim bereketi» denilen lütuflara mazhar oldu.

Ciğerpâre evlâdı Hazret-i İsmail de kendisine bağışlandı, yerine koç kurban edildi. Bu teslîmiyet ve vefâ, kıyâmete kadar bütün ümmet için bir bayram ve ibâdet olarak vaz edildi. Kezâ, o mübârek nesilden nice tertemiz evlâtlar ve en nihayet Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geldi.

Kezâ;

Canına mukabil olarak da, ona nice ebedî canlar bahşedildi. İçine düştüğü dağ gibi ateşler bile rengârenk gülistanlara döndü.

Hepsinden mühimi;

O mübârek ve eşsiz vefâsı sebebiyle Hazret-i İbrahim’e, iki âlemde de yüce Allâh’a ebedî bir halîl olması, yani sonsuz bir dostluk makamı lutfedildi.

Vefâ, işte böyle bir keyfiyet. Öyle bir keyfiyet ki, her şeyden önce Allâh’ın yüce sıfatlarındandır. Tevbe Sûresi 111’inci âyette; «Ahdine en ziyade vefâ gösteren Allah» diye ifade buyurulmakta. Bu yüzden vefâsızlık haram, vefâ ise mutlak bir fermandır:

وَاَوْفُوا بِالْعَهْدِۚ اِنَّ الْعَهْدَ كَانَ مَسْؤُ۫لًا

“…Ahde vefâ gösterin! Hiç şüphe yok ki, verilen ahitte sorumluluk vardır.” (el-İsrâ, 34)

Gerçek vefâ nedir?

Allâh’ın emrettiklerini ve yasakladıklarını idrâk ile onları yerine getirmek. Ancak o takdirde vefâ ehli olabilmek mümkün. İlâhî ferman âşikâr:

“…

‒O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın!

‒Anaya babaya iyi davranın!

‒Fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin! Sizi de onları da Biz rızıklandırırız.

‒Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın!

‒Allâh’ın yasakladığı cana haksız yere kıymayın!

‒Rüşdüne erişinceye kadar yetimin malına ancak en güzel şekilde yaklaşın!

‒Ölçüyü ve tartıyı adâletle tam yapın!

‒Konuştuğunuzda, akraba bile olsa sözünüzde âdil olun!

‒Allâh’ın ahdini yerine getirin / Allâh’a verdiğiniz sözü tutun!

İşte bunları;

•Allah size öğüt alasınız diye emretti.” (el-En’âm, 151-152)

Bu emri idrâk ile;

Öğüt ve tefekkürü elbette Allah’tan almalı. Bunun için vefâ bahsinde çok cilâlı, çok akılcı fakat içi boş ve tuhaf mantıklarla; «Şunda vebal yok! Bunda vebal yok!» gibi gaflete sevk edici yorumlara saplanmamak ve o tür yorumculara da aldanmamak gerek. Çünkü;

بَلٰى مَنْ اَوْفٰى بِعَهْدِه۪ وَاتَّقٰى فَاِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَّق۪ينَ

“Hayır! (Gerçek onların dediği gibi değil.) Her kim sözünü yerine getirir ve Allâh’a karşı gelmekten sakınırsa, elbette ki Allah, o takvâ sahiplerini sever…” (Âl-i İmrân, 76)

“Allâh’ın ahdini ve yeminlerini az bir değere değişenlerin, işte onların, âhirette bir payları yoktur. Allah, onlara kıyâmet günü hitâb etmeyecek, onlara bakmayacak, onları temize çıkarmayacaktır. Elem verici azap onlar içindir.” (Âl-i İmrân, 77)

“Onlardan birtakımı, KİTAPTA OLMADIĞI HÂLDE KİTAPTAN ZANNEDESİNİZ DİYE DİLLERİNİ EĞİP BÜKERLER. O, Allah katından olmadığı hâlde; «‒Bu Allah katındandır!» derler, bile bile Allâh’a karşı yalan söylerler.” (Âl-i İmrân, 78)

Bu yüzden;

“Sözlerini bozdukları için onlara lânet ettik, kalplerini katılaştırdık. Onlar ki, sözleri yerlerinden değiştiriyorlar. (Zaten) kendilerine öğretilen ahkâmın mühim bir kısmını da unuttular. İçlerinden pek azından başkasının daima hâinliklerini görürsün! Yine de sen onları (candan tevbe edip dosdoğru oldukları takdirde) affet ve geç. Çünkü Allah, ihsan sahiplerini sever.” (el-Mâide, 13)

İnsanlık tarihi, ibretlerle dolu;

“İşte (harap olmuş nice) memleketler!

Onların haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz. Andolsun, peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişti. Fakat onlar daha önce yalanladıklarına inanacak değillerdi. Allah, kâfirlerin kalplerini işte böyle mühürler.” (el-A‘râf, 101)

“Onların çoğunda ahde vefâ görmedik. Gördük ki onların çoğu, kesinlikle yoldan çıkmışlardı / fâsıktılar.” (el-A‘râf, 102)

Öyleyse;

“Ey îmân edenler!

‒AKİTLERİNİZİ YERİNE GETİRİN!

‒Allâh’ın (koyduğu din) nişânelerine,

‒Haram aya, hac kurbanına, (bu kurbanlıklara takılı) gerdanlıklara

‒Rablerinden bol nimet ve hoşnutluk isteyerek Kâbe’ye gelenlere SAKIN SAYGISIZLIK / HÜRMETSİZLİK ETMEYİN!

‒İhramdan çıktığınızda (isterseniz) avlanın!

‒Sizi Mescid-i Harâm’dan alıkoydular diye birtakımlarına beslediğiniz kin, sakın ha sizi, haddi aşmaya sürüklemesin!

‒İyilik ve takvâ (Allâh’a karşı gelmekten sakınma) üzere yardımlaşın!

‒Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın!

‒Allâh’a karşı gelmekten sakının!

Çünkü;

•Allâh’ın cezası, çok şiddetlidir.” (el-Mâide, 1-2)

Yüce îkaz ve tâlimatlar mânidar:

“Bir topluluk diğer bir topluluktan daha (güçlü ve) çoktur diye yeminlerinizi aranızda bir hile ve fesat sebebi yaparak, ipliğini iyice eğirip büktükten sonra (tekrar) çözüp bozan kadın gibi olmayın! Allah, bununla sizi ancak imtihan eder. Hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyleri kıyâmet günü size elbette açıklayacaktır.” (en-Nahl, 92)

“Allâh’ın ahdini hiçbir değere değişmeyin. Eğer bilirseniz, Allah katında olan sizin için daha iyidir.” (en-Nahl, 95)

Bu demektir ki:

“İpliği eğip büken gibi vefâyı da eğip bükmeyin!”

Çünkü;

Vefâ, ancak Allâh’a güzel kulluk ve itaatle alâkalı ise riâyeti şarttır. Eğer günah ve mâsiyetle alâkalı ise, onda vefâ diye bir keyfiyet yoktur. Bu durumda bilâkis günah ve mâsiyeti terk etmek, en isabetli bir vefâdır. (bkz. Nesâî, Eymân, 41)

Şunu hiç hatırdan çıkarmamalı:

اِنَّ عَذَابَ رَبِّهِمْ غَيْرُ مَاْمُونٍ

“Rablerinin azâbından asla hiç kimse güvende değildir.” (el-Meâric, 28)

Ne yapmak lâzım? Yine Kur’ân beyan ediyor:

‒Irzları korumak,

‒Mahremiyet sınırlarını aşmamak,

‒Emânetleri ve sözleri yerine getirmek,

‒Şahitlikleri dosdoğru yapmak,

‒Namazları titizlikle korumak.

İşte cennet, bunları edâ edenlere ikrâm ediliyor. (bkz el-Meâric, 29-35)

Edâ edenler kimler?

“Onlar, Allâh’ın ahdini yerine getirenler ve verdikleri sözü bozmayanlardır.” (er-Ra‘d, 20)

“Onlar Allâh’ın gözetilmesini emrettiği şeyleri gözeten, Rablerinden sakınan ve kötü hesaptan korkan kimselerdir.” (er-Ra‘d, 21)

“Yine onlar; Rablerinin rızâsını isteyerek sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık olarak (Allah yolunda) harcayan ve kötülüğü iyilikle savan kimselerdir. İşte onlar var ya, dünya yurdunun (güzel) sonu sadece onlarındır.” (er-Ra‘d, 22)

“Bu netice de Adn cennetleridir; oraya babalarından, eşlerinden ve çocuklarından sâlih olanlarla beraber gireceklerdir. Melekler her kapıdan yanlarına girip diyecekler ki:

«‒Sabretmenize karşılık size selâm olsun; burası (cennet, Allâh’a vefâ üzere yaşanan bir) dünyanın ne güzel bir neticesidir!»” (er-Ra‘d, 23-24)

Fakaat;

“Allâh’a verdikleri sözü kuvvetle pekiştirdikten sonra bozanlar, Allâh’ın riâyet edilmesini emrettiği şeyleri terk edenler ve yeryüzünde fesat çıkaranlar; işte lânet onlar içindir. Kötü bir yurt (olan cehennem de) onlar içindir.” (er-Ra‘d, 25)

Hazret-i Peygamber buyurur ki:

“Kıyâmet günü, Allah öncekileri ve sonrakileri birleştirip topladığı zaman her vefâsız için, onu tanıtan bir bayrak dikilir ve;

«‒Bu falan oğlu falanın vefâsızlığıdır!» denilir.” (Buhârî, Edeb, 99, Cizye, 22, Hiyel, 9, Fiten, 21; Müslim, Cihâd, 10; Ebû Dâvud; Cihâd, 162; Tirmizî, Siyer, 28)

Bir başka rivâyet de şöyledir:

“Kıyâmet gününde her vefâsızın (gadrini temsilen) bir bayrağı vardır ki bu, vefâsızlığı ve zulmü ölçüsünde onu (teşhir için) dikilir. Dikkat edin; halkın yöneticilik faaliyetlerini üzerine alan (fakat vazifelerini ihmal eden devlet adamı veya onun vazife yapmasına engel olan halkın gafil kimselerinden) daha büyük vefâsız yoktur.” (Müslim, Cihâd, 15)

Bu bakımdandır ki;

Gerçek ehl-i îman, daima vefâyı bayrak edinmiştir.

Allâh’a vefâ içindedir. Rasûlullâh’a vefâ ile doludur. Anne-babaya vefâkârdır. Ecdâdının emânetine vefâlıdır. Cennet vatanına vefâlıdır. Al bayrağına vefalıdır. Ezan ve Kur’ân’ına vefâlıdır.

Bu vefânın en güzel nişâneleri olarak;

Çanakkalemiz vardır, İstiklâl zaferimiz vardır, 15 Temmuz var oluş destanımız vardır.

Bu uğurda can verenler; şehâdet rütbesine eriştiler, ölümsüzleştiler. Bu uğurda gazi olanlar, selâmet rütbesine mazhar oldular, ebedîleştiler. Bu uğurda vefâ ehli olan herkes, şan ve şeref kazandı.

Ne mutlu, vefâsızlığı değil vefâyı bayrak edenlere!

Ne mutlu, şahsiyetlerini Ebû’l-Vefâ Hazretleri gibi en güzel şekilde inşâ edenlere!

Ne mutlu, «Sâhibu’l-Vefâ» sıfatını giyerek; bir ömür Allah yolunda aşk dolu bir mârifetullah ile, mübârek bir edeple, bambaşka bir nezâketle, engin bir cömertlikle, müstesnâ bir ahlâk ile, hiç kırmayan ve kırılmayan bir düsturla, gündüzleri güneş misâli geceleri de ay misâli mütebessim ve gayretli bir çehre ve gönülle Hâce Musa Efendi gibi yüz akıyla âhirete göçebilenlere!

Ne mutlu, kurban bayramları vesilesiyle Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail gibi teslîmiyet ve vefâ övgüsüne mazhar olabilenlere!

Yâ Rabbî!
Nasîb eyle!
Âmîn!..