MODERN DÜNYADA VEFÂ

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-’ın rivâyet ettiğine göre Peygamberimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ı üzen bir hâdise üzerine şöyle buyurmuştu:

“–Allah beni size (peygamber olarak) gönderdi. Size tebliğ ettiğim zaman insanlar bana;

«Sen yalancısın!» dediğinde Ebûbekir;

«Doğru söyledin!» dedi ve bana canıyla, malıyla yardımcı oldu.

Siz arkadaşımı bana bırakırsınız değil mi?” buyurdular ve bu sözü iki veya üç kere tekrar ettiler.

Ebu’d-Derdâ devamla der ki:

“–Bundan sonra, (Rasûlullâh’ın hatırı için) Ebûbekir’e hiç eziyet edilmedi.” (Buhârî, Fezâilu’l-Ashâb, 5, Tefsîr, A‘râf, 3)

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in Hazret-i Hatice Annemiz hakkında da benzer bir meth u senâsı vardır. Ona karşı vefâsı sebebiyle, kestiği kurbanlardan Hazret-i Hatice’nin dostlarına da gönderirdi. (Buhârî, Edeb, 23)

Yetim olarak dünyaya gözünü açan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine anne-babalık edenlere karşı hep vefâ göstermiştir. Yengesi Fâtıma bint-i Esed’in cenazesinde;

“–Annemden sonra annemdi.” diyerek, kendi elleriyle kabrine yerleştirmiştir. Sütannesine zor günlerinde büyük bağışlar yapmıştır.

Peygamber Efendimiz; yüksek ahlâkı sebebiyle, kötülük gördüğü kişilere karşı bile iyilik yaparak gönüllerini yumuşatırdı. Gördüğü iyiliklere mutlaka en güzel şekilde mukabele ederdi. Kendisine hediye gönderenlere, eline imkân geçtiği anda kat kat fazlasını gönderirdi.

Sadece kendisine değil; mü’minlere karşı iyilik yapanlara da vefâ gösterir, karşılığını öderdi.

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; henüz kendisine risâlet verilmeden önce dahî birine söz verdiği zaman sözünde durur, anlaşma yaptığı zaman ahdine sâdık kalırdı. el-Emîn unvânı ile tanınan Peygamberimiz’in ahlâkı hakkında, O’na îmân etmeyenler bile söyleyecek kötü bir söz bulamazlardı.

Bizans Kayseri Herakliyus’a Peygamberimiz’in İslâm’a davet mektubu ulaşmıştı. O da Peygamberimiz hakkında bilgi toplamak için, o sırada henüz müslüman olmayan Ebû Süfyan’ı çağırıp bazı sorular sordu. Bu sorulardan biri de;

“–O’nun bir söz verip de sözünde durmadığı olmuş mudur?” sorusuydu. Ebû Süfyan;

“–Hayır, olmamıştır!” demekten başka çare bulamamıştır.

Vefâ, insanı sorumlu hissettiren mânevî bir bağdır. Bir kişinin; verdiği söze, yaptığı sözleşmeye veya beraber yola çıktığı, işbirliği yaptığı kişilere karşı kendini mes’ul hissetmesidir. Vefâlı insan, sorumlu insandır; kendisine ümit bağlayanları yüz üstü bırakamaz.

Kur’ân-ı Kerim’de mü’minlerin vasıfları sayılırken;

“Ve öyle kişilerdir onlar ki; emânetlerini ve ahitlerini gözetirler, riâyet ederler.” (el-Meâric, 32) buyurulur.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

«Konuştuğu zaman yalan söylemeyi, emânete ihânet etmeyi ve ahde vefâ göstermemeyi münafıklık alâmeti» olarak vasfetmişti. (Buhârî, Îmân, 24)

Bugün dünyevîleşmenin her yandan çepeçevre kuşattığı genç nesiller, vefâ hakkında ne biliyor, ne düşünüyor?

Her bakımdan mekanikleşen, katılaşan bir dünyada yaşıyoruz. Çalışma hayatı, eğitim sistemi ve hattâ özel hayatı düzenleyen hukuk sistemi müslümanları dahî etkiliyor. Farkına varmadan daha maddiyatçı, hesapçı ve katı kalpli kişilere dönüşüyoruz.

Bizi her yandan kuşatan modern dünya, ferdiyetçiliği yüceltiyor ve; «Hayatını istediğin gibi yaşayabilirsin.» diyor. Para, şöhret, makam, kariyer, başarı hayatın gayesi gibi gösteriliyor. «Başarılı olmak istiyorsan önüne çıkan fırsatları kaçırmamalısın.» gibi telkinlerde bulunuluyor. Yabancı ülkelerin verdiği burslara, sunduğu fırsatlara atlayanlar; varlığına sebep olan vatana, millete, anaya-babaya, kendine imkânlar sunan vakıf veya derneklere bağlılık duymak, kendisine ümit bağlayanları yarı yolda bırakmamak, birlikte yola çıktığı kişilere vefâ göstermek gibi bir mes’ûliyeti hatırlarına bile getirmiyorlar.

İstiklâl şairimiz Mehmed Âkif;

“–Vefâ artık sadece İstanbul’da bir semt adı.” demiş bir zamanlar. Onların zamanında, okul arkadaşları birbirlerini zor zamanlarda arayıp sormadığı takdirde sitem ederlermiş. Kendisinin de Hasan Tahsin isimli arkadaşına verdiği sözü tutmak için; vefatından sonra, yetim kalan çocuklarını sahiplenmesi meşhurdur. Eskiler, bir fincan kahvesini içtikleri bir ahbabın kırk yıl hatırını sayarlarmış. Şimdiki hâli görselerdi, ne derlerdi acaba?

Eskiden eş-dosttan beklenen vefâyı; şimdi, aynı yastığa baş koyan eşler, aynı ana-babadan doğan kardeşler göstermez hâle gelmiş. Hattâ onu kanıyla, sütüyle besleyip, bakıp, koruyup kollayıp o günlere getiren anneler; yıllarca elin-günün ağız kokusunu çekerek çalışıp çabalayan, kazancını ailesine getiren babalar aranıp sorulmaz olmuş. Böyle olunca batıda; insanlar, en tabiî bir his olan neslini devam ettirme arzusunu bile kaybetmiş. Biz de onların arkasından gitmeye devam edersek, sonumuz farklı olmayacak.

Yeni yetişen nesillere vefâyı nasıl öğretebiliriz? İşimiz zor, çünkü teknolojinin içine doğmuş bir nesil. İnternete bağlanabilen dijital araçlar onlara öyle bir özgürlük (!) duygusu yaşatıyor ki; istediği kişiyle bir tık ile arkadaş oluyor, bir tık ile bağı koparıyor, engelliyor. Okulunu, mesleğini tercih ederken; çalıştığı işi, oturduğu semti hattâ hayat arkadaşını seçerken; hesapçı duygularla hareket ediyor.

Öğrenim hayatı da oldukça mekanik; cihazlar vasıtasıyla değerlendirilen test usûlü imtihanlara girip, sayıyla ifade edilen puanlar alarak okulu bitiriyor. Yıllarca eğitim görüp de bir öğretmeniyle bile; şahsiyetinden, ahlâkından örnek alacak kadar insânî münasebet yaşamayan bir nesil. Onlara kızmaya da hakkımız yok; çünkü onların böyle yetişmesinin asıl sebebi, dünya hayatının kazanç ve konforunu hayatın tek gayesi gibi gösterenler…

Vefâ ve sadâkatin kalmadığı bir dünyada medeniyet diye bir şey olur mu? Kimse kimseye güvenip bir işe girişir mi, bir yola çıkar mı? Güç ve yeteneklerini birleştirmek için şirket kuran ortaklar; birlikte mânevî gayelerle vakıf, dernek, sivil toplum kuruluşu ve benzeri teşekkül oluşturan gönüldaşlar; ister istemez yoldaşlarından vefâ beklerler. Birlikte yola çıkan yoldaşların birbirine vefâ göstermemesi; moralleri bozar, çalışmaları akamete uğratır.

İnsanlar ancak ötelere dair bir îman ve mânevî şevkle fânî dünyadaki başıboşluğun rahatlığını bozmaya yanaşabilir. Bu sebeple mâneviyâtın olmadığı yerde vefâ olmaz.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; o îman sayesinde Rabbiyle arasındaki ahde, vefâ gösterdi. Hem bu kolay bir vazife de değildi. Kendisine nâzil olan âyetleri; insanlara korkmadan, çekinmeden ve bir harfini bile değiştirmeden tebliğ etmek… Nitekim Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-; bu vazifesini yerine getirirken hayatını tehlikeye attı, pek çok sıkıntıya katlandı.

Kendisine yapılan hiçbir va‘d ve teklif karşısında en ufak bir tereddüt göstermedi. Mal, makam, kadın gibi va‘dlere karşı;

“–Sağ elime güneşi, sol elime ayı verseniz de Rabbim’in verdiği vazifeyi yerine getirmekten vazgeçmem.” dedi.

Peygamberimiz böyle vefâlı olunca, Rabbi O’na vefâlı oldu ve sâdık mü’minlerle yardım etti. Sahâbe-i kiram; Peygamberimiz’in izinde, Allâh’ın emir ve yasaklarına teslim oldular, infak ve cihad gibi nefse zor gelen emirlere dahî itaat ettiler.

Kur’ân-ı Kerim, ashâb-ı kirâmın ahidlerine olan sadâkatlerini şöyle bildirmektedir:

“İnananlardan öyle yiğitler vardır ki, Allâh’a verdikleri sözü yerine getirip sadâkatlerini ispat etmiş; kimisi ahde vefâ gösterip canını vermiş; kimisi de (şehidliği) beklemedeydi.” (el-Ahzâb, 23)

Nihayetinde;

“Bana verdiğiniz sözü tutun ki, Ben de size verdiğim sözü tutayım.” (el-Bakara, 40) buyuran Rabbimiz, o ahdine vefâ gösteren Rasûlü’ne ve ashâbına va‘dini yerine getirdi. Onlara; daha önce hiçbir Peygamber’e ve ümmetine nasip olmayan bir başarıyı, bu dünyada nasip etti. Elbette bunun mükâfâtını âhirette de verecek, inşâallah.

İslâm ahlâkının özü; hem Rabbimiz’le olan ahdimize hem de kullarına verdiğimiz sözlere ve sözleşmelere vefâ göstermek. Bu ahlâkı örnek olarak, örnek bir hayat yaşayarak, gelecek nesillere de öğretmemiz lâzım. Ne kadar zor olsa da…

Allâh’a kul olduğumuzu iddia ediyorsak, zorumuza giden durumlarda dahî kulluk ahdimize bağlı kalmalı ve beraber yola çıktığımız mü’min kardeşlerimizi de asla yarı yolda bırakmamalıyız.

Eğer biz de peygamberler ve sâlih mü’minler gibi sözümüze sâdık ve vefâlı olursak;

Allah -Azîmüşşân- da bizden yardımını esirgemeyecek ve mutlaka ümit ettiğimiz mükâfâtı verecektir.

İnşâallah…