UNUTMAMALIYIZ!

Yunus Sami EŞMELİ yunussamiesmeli@hotmail.com

Şu can yakan örnekler çoğaldı:

Nice çilelere göğüs geren, bin bir fedâkârlıklar sergileyen, uykusuz geceler geçiren, yemeyip yediren, bütün yokluklara rağmen ciğerpâreleri için her imkânı oluşturmaya çalışan cefâkâr bir anne ve evlâdı…

O anne;

Gece-gündüz ailesi ve evlâtları için varını yoğunu ortaya koyan bir anne…

O evlâtsa;

O cefâkâr anneye vefâkâr olamayan bir evlât. Vefâkâr olamamaktan da öte vicdansız, duygusuz, bencil, cânî bir evlât…

Duyup da ah etmemek ne mümkün;

O evlât, bir gün eve gelip bağımlısı olduğu uyuşturucuyu alabilmek niyetiyle annesinden para istemiş. Olumsuz cevap alınca da; bir hışımla mutfağa koşarak tezgâhtan aldığı bıçakla sırf para vermediği için, annesini altı yerinden ağır yaralamış. Ne yazık ki kadıncağızın tâkati yetmemiş aldığı bu yaralarla mücadele etmeye.

Ne denir ki?

O evlâdın biricik annesine vefâsı, anne katili olmak olmuş.

Peki;

Bu nasıl bir vefâ/sızlık?

Hâlbuki biz, hayatı vefâ örnekleriyle dolu bir peygamberin ümmetiyiz.

Fâtıma Hatun vardı. Efendimiz’in amcası Ebû Tâlib’in hanımı. Sevgili Peygamberimiz’e çok iyi bakmış, onu kendi çocuklarından hiç ayırmamış hattâ daha da üstün tutmuştu her daim.

Fâtıma Hatun vefat ettiği vakit Efendimiz onun için;

“Annem öldü!” demişti. Onu kendi gömleği ile kefenleyip bir müddet -alışması için- kabrine uzanmış ve vefâ hissiyle dolu şu sözleri sarf etmişti:

“O benim annemdi. Kendi çocukları aç dururken önce benim karnımı doyurur, kendi çocuklarının üstü başı toz toprak içinde dağınık dururken, o önce benim başımı tarar ve gülyağı sürerdi. O benim annemdi.” (Ya‘kûbî, II, 14)

Daha nice örneklerle dolu o Nebî’nin hayatı. Sütannesine, süt kardeşine, amcalarına, şehidlere, ensâra, muhâcire, ümmetine… Hattâ bir müşriğe bile…

Tâif dönüşünde Mekke’ye girerken hiç kimse Efendimiz’i himayesine almamıştı. Ancak şehre girebilmesi için birinin himayesi şarttı. İşte o gün Mut‘im bin Adiyy; îmân edenlerden olmadığı hâlde, Peygamberimiz’i himayesine alarak şehre girmesini sağladı. Bu davranışından ötürü Âlemlerin Sultanı Efendimiz, o şahsa -müşrik bile olsa- yıllar sonra vefâ göstermiş ve Bedir Savaşı’nda esirlerin durumu tartışılırken -düşman saflarında öldürülmesine rağmen- kendisi hakkında şu sözleri söylemişlerdi:

“Şayet Mut‘im bin Adiyy hayatta olup da benden esirlerin bağışlanmasını isteseydi, fidye almadan hepsini serbest bırakırdım.”

İşte fazîlet! İşte vefâ!

Âh!

Bunları okumak, yazmak, anlatmak ne kadar güzel. Fakat bu vefâyı elbette ki yaşamak ve yaşatmak hepsinden güzel. Lâkin bugünün pragmatist anlayışı, bunu idrakten toplum olarak o kadar uzağa düşmeye başladı ki.

Hatırladıkça iç çekiyor gerçeği bilenler:

Dünden bugüne değişen dünya ile beraber bizim de günlük hayatımızda nice değişiklikler oldu. Maalesef bu değişimlerin arkasında da nice fazîletli hasletlerimizi kaybettik, değerlerimizi yitirdik. Unuttuk!

Dün cihana hükmeden gönülleri fetheden bir millettik. Hazret-i Peygamber’den aldığımız ölçülerle; hayatımızı, toplumumuzu şekillendiriyorduk. Vefâlı, ince duygulu, fedâkâr, şefkatli, hassas, düşünceli nesiller yetiştiriyorduk. Sokaktan geçerken bir evin penceresine sarı çiçek konmuş görünce; içeride hasta olduğunu anlayıp oradan sessiz geçen, oyun oynuyorsa duran, hiç tanımadığı bir kimsenin huzurunu göz önünde bulundurarak, yani kendinden önce başkasını dert edinerek huzurlu olan nesillerimiz vardı.

Bugün bu fazîlet dolu formülleri unuttuk!

Hayatımız; beton duvarların içinde geçirilen, modaların peşinde koşulan, her ânı neredeyse akıllı telefonlarla akılsızca israf edilen, internetsiz kalınca boşluğa düşülen, sosyal medyada veya blog sitelerinde aktif, onun dışında yalnız ve cennet hazırlığı itibarıyla pasif yaşanan bir vaziyet aldı. Bu, insanları gittikçe bencilleştirdi. Bu da, güzel olan her haslete vefâ göstermeyi unutturdu.

Mesafeleri kısaltmak için zâhirî uçaklara bindik ama, bizi cennete götürecek gönül kanatlarımızı sonsuzluğa açmayı unuttuk!

Dün; «Gelinlikle girilen evden kefenle çıkılır.» diye yapıcı bir düsturumuz vardı. Bugün ise daha ailelerin kuruluşunda; «Hakkımı asla yedirmem! Beni olduğum gibi kabul et! Ben böyleyim! Benim düşünceme saygı göster! Benim hakkım!» gibi tek taraflı yıkıcı telkinlere kapıldık.

Dün, insanımız inceliklere sahipti. Bir diğer kardeşini incitmekten son derece imtinâ ederdi. Bugün ise sayısız gürültü ve yaygara şehirlerin normal hâli gibi. Hasta var mı yok mu, yaşlı var mı yok mu, bebek var mı yok mu kimin umurunda? Cırtlak müzikler, beyin zonklatan bağırış-çağırışlar, kavga-gürültü…

Biz neyi unuttuk?

Dün, kimsesiz, bakıma muhtaç, yaşlı kimseler için Dârülacezeler inşâ eder, akıl hastalarına bile «deliler» değil, «muhterem âcizler» diye hitap etme hassâsiyetini gösterirdik. Bugün ise şehir otobüslerimiz, yaşlılarımıza yer vermeyen niceleriyle dolu…

Biz neyi unuttuk?

Dünkü hassas gönüller bugün basîretsiz.

Dikkat çekici:

Geçenlerde Kalyo Yasuo diye bir Japon bilim adamı bazı açıklamalar yapmış. Diyor ki:

“–Üç yıldır Türkleri inceliyorum. İki şey tespit ettim. Biri çok korkunç, diğeri de çok garip.

Korkunç olan; batının bir ülkeyi savaşmadan yok ediyor olması. Türkiye’de üç-beş dizi hariç hepsi Türk din ve geleneğine ters.

Garip olan ise; herkesin bunu bilmesi ama yine de izlemeye devam ediyor olması. Anne-babalar çocuklarıyla beraber izliyorlar. Türklerin bu garip hâline şaşıyorum.”

Niye böyle?

Çünkü kendi köklü medeniyetimizi unuttuk, batı medeniyetine hayran olduk. Bu hayranlıkla da; âhireti unuttuk, dünyaya daldık. Ebedî hazların sadece cennette olduğunu unuttuk, fânî lezzetlerin sarhoşu olduk. Mâneviyâtı unuttuk, maddiyata önem verdik. Fedâkârlık nedir unuttuk, menfaatlerimize öncelik verdik. Sadâkati unuttuk, vefâsızlığı daha kârlı zannettik.

Hâlbuki;

Yitirdiğimiz kıymetlerin, hasletlerin hiçbirini unutmamalıydık!

Unutmasaydık nesillerimiz;

Telefonuna olan vefâsını anne-babasına olan vefâsından daha üstün tutan nesiller olmazdı. Zevkine düşkünlüğünü insânî değerlerinden daha üstün tutan nesiller olmazdı. Menfaati söz konusu olduğunda kardeş, dost, akraba vs. gözü görmeyen nesiller olmazdı. Bağımlısı olduğu kötü alışkanlıklar yüzünden, haksız yere cana kıyabilen nesiller olmazdı.

Öyleyse;

Artık hatırlamalıyız!

Yüce Allâh’ın; «en yüce ahlâk» olarak belirttiği, son Nebî Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlâkî ölçülerini tekrar hatırlamalı, hayat ölçüsü yapmalı ve bir daha unutmamalıyız! Vefâkâr olmalıyız.

Vefâ ki; sevgi ve dostlukta sebat etme, muhabbette süreklilik, bağlılık ve sadâkat, sözünde durma, kendini seveni unutmama, ilgiyi kesmeme mânâlarına gelir.

Bilhassa bu çerçevede Peygamberimiz’e vefâlı bir ümmet olmalıyız. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir ömür; “Ümmetî!.. Ümmetî!..” dedi. Bize Kur’ân-ı Kerîm’i ve sünnetini emânet olarak bıraktı. Bize düşen de unutmamak ve vefâkâr olmaktır.

Bu noktada;

Günümüz dünyasında eskiye nazaran ne kadar çok dünyevîleşme olsa da; maddiyatçı anlayışlar hâkim gibi gözükse de; bencilliğe, zevke ve menfaate bağlı hayatlar özendirilse de; biz, bunların ancak hüsran getirdiğini unutmamalıyız.

Bizi Hak katında değerli kılan özellikleri unutmamalıyız!

Bencilliklerimizin bize hiçbir kârının olmadığını unutmamalıyız!

Üç nefeslik lezzetlerin acı âkıbetlerle nihayete erdiğini unutmamalıyız!

Fazîlet dolu hasletlerimizi ne olursa olsun unutmamalıyız!

Hâsılı;

Allâh’ı hiç unutmamalıyız! Emirlerini ve yasaklarını hiç unutmamalıyız! Çünkü ancak bu şekilde vefâlı bir kul olabilmek mümkün.

Unutmamalıyız.