KULLUK: HAKK’A VEFÂ

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Mâneviyattan gitgide uzaklaşan dünyada; «inanç ve kulluk meselesi» sanki sadece bir yatkınlık, bir tercih, bir temâyül meselesiymiş gibi ele alınır oldu.

Hâlbuki yüce Yaratıcı’ya inanmak ve O’na kulluk etmek; bir varlık borcu, bir insanlık borcu, bir vefâ borcu.

Evrim teorisini yaymaya çalışan bir youtube kanalındaki şahıs şu cümleleri kuruyor:

“Ağaçlar bize meyve vermek veya bizi doyurmak için çaba sarf etmiyor. Onlar soyunu devam ettirmeye çalışıyor. Biz ise, bu durumdan yararlanıyoruz!”

Buna benzer bir sürü ifade ile nankörlüğün, şükürsüzlüğün ve minnetsizliğin ahmakça mantığını üretmeyi, bilime hizmet zannediyor.

Kendisine yapılan bütün iyilikleri ve yardımları, kendi şanslılığıyla îzah eden bir insan düşünün. Bu nankörce ifadeleri duyduktan sonra, kim ona tekrar iyilik ve yardımda bulunmak ister?

Hâlık Teâlâ, insana iki defa iyilik yapmak istiyor.

Birincisi dünyada eriştiğimiz iyilikler. Rabbimiz, bunları insanın hiçbir hak edişi olmadan lutfediyor. İşte gaflet ve dalâlet ehlinin, bunu şans ve tesadüf diye telâkkî etmesinin bir sebebi bu ihsânın karşılıksız olması…

Karşılıksız vermesinin de iki sebebi var:

Biri ikinci ve esas hayata sermaye olsun diye…

Diğeri imtihan olsun diye…

Böylece Rabbimiz, ahlâkı da imtihan etmiş oluyor.

Kul; Rabbinin bedava verdiği nimetleri; bir şans, bir tesadüf, bir piyango gibi görüp nankörce ve bencilce tüketecek mi? Yoksa şükür içinde değerlendirebilecek mi?

Eğer şükredebilirsek, Rabbimiz’in bize vermek istediği ikinci ve asıl iyilik ve ihsan geliyor:

İkincisi ikrâm-ı ilâhî: Cennet…

Bir başka ateist «youtuber»a soruluyor:

–Eğer diriltilirsen ve Tanrı varsa ne olacak?

Bir müddet sessizlikten sonra ateist kişi şöyle diyor:

–Beni cennete koyar herhâlde. Sorgulayan bir insan olduğum için!..

Peh peh!

Tahlil edersek yine küstah ve aşırı bir şans beklentisi. Yaratıcı; kitabını, peygamberini ve onca nimetini reddedişine rağmen sana bir de cennet verecek öyle mi? Kur’ân, haşri inkâr edenlerin böyle alaycı ve kendilerince iyimser cevaplar verdiklerini ve vereceklerini de bildirmiştir hâlbuki:

“Andolsun ki, kendisine dokunan bir zarardan sonra Biz ona bir rahmet tattırırsak;

«–Bu, benim hakkımdır, kıyâmetin kopacağını sanmıyorum, Rabbim’e döndürülmüş olsam bile muhakkak O’nun katında benim için daha güzel şeyler vardır.»
der.” (Fussilet, 50; ayr. bkz. el-Kehf, 36)

Bu kabarık şans beklentisi, kabarık bir enâniyetin neticesi. Rabbimiz’in sevmediği hususiyetler birbirini tetikliyor:

Kibir ve kendini beğenmişlik sebebiyle kişi, kendisini varlığın merkezinde görüyor. Her şeyin kendisine hizmet etmesini, normal bir şey olarak telâkkî ediyor. Bu telâkkî de küfrân ve küfre yani nankörlüğe ve inkâra kapı açıyor. Varlığı kendine hizmetçi veya her şeyi kendisinin tasallutuna mecbur gördüğü için de zâlimleşiyor. Kendisine emânet olanı, maksadı dışında kullandığı için hıyânete düşüyor. Hepsi Rabbimiz’in sevmediği vasıflar:

İnkâr, nankörlük, zulüm, kibir ve hıyânet…

Tek kelimeyle: Vefâsızlık…

İnanç ayarlarıyla oynayan ve oynanan insanların düştüğü bir çıkmaz da şu:

Bir nimeti yüce Rabbimiz’in bize bilhassa takdim etmiş olması için, onun hiçbir zâhirî sebebe dayanmaması gerektiğini sanıyorlar.

Meselâ yağmur için buharlaşma, soğuma, rüzgâr vb. zâhirî sebepler var. Öyleyse, yağmur için Allâh’a borçlu değiliz!

Burada düştükleri hata, sistemin tamamının Allah tarafından yürütüldüğünü dikkatten kaçırmaları. İlâhî bir sır olarak, kâinattaki oluşlarda bir akış hâli vardır. Bu akış; fizik kanunları, çekim kanunları vb. yine Rabbimiz tarafından eşyaya konmuş kaidelerle sürmektedir. Ateistler, varlığı sadece bu akıştan ibaret sayarlar. Kur’ân’ın nakliyle şöyle derler:

“Ölürüz, diriliriz, bizi öldüren de yalnızca zamandır.” (Bkz. el-Câsiye, 24)

Düşünmezler ki;

O zamanı da yaratan Allah’tır. İnançsızların; şans diye, milyarlarca yıllık bir akışın vücuda getirdiği bir düzen olarak gördüğü o büyük nizamı da yaratan Allah’tır.

Biz müslümanlar ise, kâinâtı sadece bu fizik kanunlarından ibaret görmeyiz. Mûcize vb. olağanüstü hâdiselerin vukûuna inanırız ki, bu, Allâh’ın kendi koyduğu kanunlara mahkûm olmadığının da ispatıdır. Kıyâmet ve âhiret de, bu nizâmın / bu kâinâtın yegâne varlık olmadığına inancımızın bir başka neticesidir.

Muharref veya bâtıl dinlerde, efsânevî ifadelerde, sihirli bir değnekle vurur gibi bir yaratış anlatılıyor olabilir. Ateistler; böyle anlık bir yaratışın olmadığını, varlığın milyarlarca yıllık bir akışın içinde vücuda geldiğini söyleyerek, itiraz ediyorlar. Aynı şey, canlılık için de söylenebilir.

Hâlbuki, zamanın izâfîliğini; dindar muhataplarından daha iyi anlamaları beklenen ateistler, zaman ve mekân (fizikî varlık) üstü yaratıcı tarafından verilmiş bir; «Ol!» emrinin, milyarlarca yıl sonra bizim zamanımızda tahakkuk plânına geçmesini mesele etmemelidir. Hattâ onların, Allah Teâlâ’nın Sabûr ve Halîm gibi, «Aceleci olmayan» mânâsına gelen sıfatlarının olduğunu da hesaba katmaları yerinde olur.

Dolayısıyla, ağaçları gıdâ hususiyeti olan meyveler vererek nesillerini sürdürecek bir DNA yapısıyla yaratan; sığır, davar gibi varlıkları insanlar tarafından ehlîleştirilebilen ve kolayca istifade edilsinler diye çok çabuk büyüyüp yetişen bir DNA yapısıyla yaratan; bunun gibi milyonlarca insan dostu / insana yardımcı ayrıntıyı sistemin içinde birer tesadüf, birer şans eseri imiş gibi de gizleyen bir Hâlık’a inanmak ve O’nun emirlerini yerine getirmek, insanın vefâ borcudur!..

Hattâ bu kadar akıl almaz geniş bir zaman içinde; tesadüfmüş gibi sıralanan bu muhteşem âhenk, hikmetin derinliğini ve azametin sonsuzluğunu daha kuvvetli ispatlamaktadır.

Cenâb-ı Hak; Kureyş’in rızık vesilesi olan ticaret yolları ve Mekke’nin güvenliği gibi, sosyopolitik, tarihî ve beşerî gibi görülebilecek hususları dahî, kendisine izâfe etmiş, kendi lutfu olarak ifade etmiş ve kulluk sebebi olarak insanlara hatırlatmıştır. (Bkz. Kureyş Sûresi)

Farklı bir mevzu fakat, istitrâdî olarak ifade edelim:

Zamanın yaratıcısının Allah Teâlâ olduğunu dikkatten kaçırma hatasına, tarihselciler de düşmekteler. Onlar da mîlâdî yedinci asrın şartları içerisinde gönderilen Peygamber ve o zaman diliminde indirilen Kur’ân’ı, o asra mahkûm etmek istiyorlar. Dînini mükemmelleştirdiğini ve tamamlandığını bildiren Cenâb-ı Hak; hâşâ, dehrin akışına mecbur ve mahkûm mudur ki, dîninin hâşâ emekliye ayrılmasına seyirci kalsın? Bilâkis; peygamberi gönderen ve kitabı indiren Zât, aynı zamanda onların zarfı olan zaman, ahvâl ve şartları da seçen ve yaratan Zâttır. Elbette zamanın değişimiyle, bazı içtihâdî mevzularda yeni pencereler açılacaktır. Fakat temel sâbiteler, kıyâmete kadar geçerli ve bâkî kalacaktır.

Evet inanç ve kulluk, bir kültür ve sosyoloji meselesi değildir. Bir mizaç, temâyül ve tercih meselesi de değildir. Yani inancı insanlar uydurup geliştirmemiştir. Yine inanç sadece bir gen neticesi, beyinde bir bölümün fonksiyonu da değildir. İnanç ve kulluk; kendisini içinde bulduğu bu varlığı, bu kâinâtı okuyabilecek bir akılla teçhiz edilmiş her insanın vefâ borcudur.

Bunu hatırlatan şu âyet-i kerîme mealleriyle yazımızı bitirelim:

“Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz…” (el-Bakara, 21)

“…Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O’dur…” (Âl-i İmrân, 6)

“Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allâh’a mahsustur…” (el-En‘âm, 1)

“Onlara şunu sor:

«–Size gökten ve yerden rızık veren kim?

•O kulaklara ve gözlere hükmeden kim?

•Ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkaran kim?

•Kâinattaki bütün işleri çekip çeviren, bütün varlığı yöneten kim?..»” (Yûnus, 31)

“Rasûlüm! De ki:

«–Düşünün bakalım; eğer Allah kıyâmet gününe kadar geceyi üzerinizde aralıksız devam ettirse, Allâh’ın dışında, size ışık getirebilecek bir ilâh kimdir?

Hâlâ gerçeğe kulak vermeyecek misiniz?»” (el-Kasas, 71)