DÜNYA SEVGİSİ ve FİTNESİ

İrfan ÖZTÜRK

Hazret-i İsa -aleyhisselâm- bir yere gidiyordu. Dünya hayatı, gayet güzel bir kadın kılığında karşısına çıktı ve kendisine ilân-ı aşk etti. İsa -aleyhisselâm-, onu şiddetle reddedince, birden silkindi ve korkunç bir hâle geldi. İsa -aleyhisselâm-, ona sordu:

–Sen kimsin?

Önce çok güzel, fakat sonra çok çirkin görünen o kadın cevap verdi:

“–Ben, dünya hayatıyım. Dış görünüşüm, sizin de gördüğünüz gibi gayet güzeldir. Hakikatte ise, şimdi göründüğüm gibi canavardan farkım yoktur. Sen bana râm olmadın. Bu sûretle şerrimden ve kötülüklerimden de kurtulmuş oldun. Şimdi seyret! Bana talip olanlara ve benim sahte güzelliğime inananlara ne işler yapacağım.” dedi ve bir silkinişte beş parçadan ibaret ve her parçası biner okka çeken saf altın oluverdi.

Oradan üç kişi geçiyordu. Bunlar altın külçelerini görünce, hemen üstüne kapandılar. Birisini bırakıp diğerine sarılıyor ve delice hareketler yapıyorlardı. Uzun süre bu şaşkınlıkları devam etti; ne yapacaklarına karar veremediler. Bazen külçelerin üzerine oturup hayaller kuruyorlar, bir ara dalıp birbirlerini nasıl atlatacaklarını, bu külçelerin hepsine birden sahip olabilmek için nasıl bir tuzak kuracaklarını hesaplıyorlardı. Nihayet; içlerinden birisi, diğerlerine şöyle dedi:

–Burada böyle altın külçelerine sarılıp koklamakla, ileride ne yapacağımızı düşünmekle elimize bir şey geçmez. Birimiz köye kadar gitsin ve bir araba alıp getirsin, ikimiz de burada bunları bekleyelim. Eve taşıdıktan sonra, aramızda paylaşırız.

Bu teklif, diğerlerine de uygun geldi ve birisi araba bulup getirmek üzere köye doğru yola çıktı. Fakat, yol boyu aklı fikri iki arkadaşındaydı. Acaba, kendisi dönünceye kadar onlar altın külçelerini alıp savuşurlar mıydı? Böyle bir hâinlik yaparlarsa hâli ne olurdu? Böylesine bir kısmet bir daha insanın eline geçer miydi?

Kalanlar da birbirlerine karşı şüphe içindeydiler. Her biri ayrı ayrı bir hile ve tuzak düşünüyor ve ortaklarını ortadan kaldırıp aradan çıkarmak için çareler araştırıyorlardı. Sanki; birer insan değil de, kan kokusu almış köpekbalığına dönmüşlerdi.

Araba getirmeye giden yanlarından ayrıldıktan bir müddet sonra, kalanlardan biri diğerine;

“–Şu giden aptala, bu büyük kısmetten pay vermek hakikaten ahmaklık olur. Hem o kim oluyor ki, bize ortak olabilsin. En iyisi, bu külçeleri aramızda pay ederiz, onun da bir çaresine bakarız.” dedi.

Bu bir nevi, araba getirmeye giden arkadaşlarını öldürüp aradan çıkarma teklifiydi.

Oysa, araba almaya giden de bu ikisi hakkında benzer şeyler düşünüyordu:

«Bu sersemlere o külçelerden pay vermek, düpedüz budalalık olur.» diye söyleniyordu. «Altınları önce ben gördüm ve elbette hepsi de benim hakkım. Üstelik bu kadar yol gidip araba götüreceğim. Bunca zahmet ve eziyetten sonra bir de ortaklarla mı uğraşacağım?»

Yol boyu düşünmüş ve çaresini de bulmuştu. Eve gelir gelmez karısına meseleyi anlattı ve;

“–Sen hemen kalk bir börek yap. İçine de hani o dolaptaki zehirden bolca kat, o zamana kadar ben de arabayı koşarım. Yanlarına gidince, onlara;

«–Sizin karnınız acıkmıştır. Ben; köyde biraz yedim, size de getirdim.» derim. Onlar, böreği yer yemez geberir giderler. Ben de altınları yükler, eve getiririm, zengin oluruz.” dedi.

Kadının da hırs ve zenginlik hayaliyle bu işe aklı yatmıştı. Hemen istenenden âlâ bir börek yaptı ve hamuruna da bolca zehir kattı, acele ocakta kızarttı ve kocasına teslim etti;

“–Haydi benim yiğidim, eksik noksan istemem. Beş külçenin hepsi de bizim olmalıdır. Bunca yıldır çektiğimiz fakirlik ve yokluktan kurtulur, biz de zengin olur ve dilediğimiz gibi yaşarız.” diye teşvik ederek kocasını uğurladı.

Hırs ve tamahı yüzünden; iki kişinin ölümüyle neticelenecek bir cinayete zemin hazırlayan, yani pişirdiği böreğe bile zehir katan kadın, kocası gittikten sonra kendi kendine düşünüyordu:

«Herif, altınları hele bir ele geçirsin, sonrası çok kolay!» diyordu. «Zaten yaşlı ve hastalıklı bir adam, kısa zamanda ölür gider. Ben de o kadar altınla, zengin bir dul kadın olurum. Param olduğu için, elimi sallasam ellisi bana talip olur. Dilediğim gibi yakışıklı bir adamla evlenir, hayatın tadını çıkarırım.»

Diğer tarafta kocası da kalbinden şunları geçiriyordu:

«Şu paracıkları elime geçirebilirsem, kimin kızını istesem bana verirler. Dilediğim gibi genç ve güzel bir kadın alır, şu dünya hayatında özlediğim gibi zevk ve safâ sürerim.»

Yani; bunların her biri ayrı ayrı hayaller kuruyorlar, kendi kıt ve kısır akıllarına göre yeni bir hayat düzeni tasarlıyorlardı.

Heyhat!..

Hiç birisinin, yakın bir gelecekte başlarına gelecek felâketten haberleri yoktu. Hiçbirisi hak, adâlet, vicdan, merhamet ve paylaşmak gibi şeyler de düşünmüyordu.

Adamcağız yol boyu hayaller kurarak, plânlar tasarlayarak araba ile altınların ve arkadaşlarının bulunduğu yere varmıştı. Onlar kendisini asık suratla ve azarlayarak karşıladılar;

“–Bu kadar zaman nerelerde kaldın?” diye üzerine yürüdüler. «Hâin korkak olur» derler, doğrudur. Arkadaşlarının zehirli börekten haberdar olduğunu sanarak telâş ve heyecana kapıldı, eli ayağı titremeye başladı, renkten renge girdi. Onlar da fırsat bulup daha da üstelediler;

“–Yoksa altın külçeleri bulduğumuzu birilerine haber mi verdin? Senden hayır gelmeyeceğini biz biliyorduk, ama ihânetinin ve bizi ele vermenin cezasını çekeceksin!” dediler ve onun başını taşlarla ezerek öldürdüler ve cesedini de bir çukura attılar.

Bu iş, tasarladıklarından da kolay olmuştu. Kalan iki kişi ise birbirlerini nasıl atlatıp, aradan çıkaracaklarını düşünüyorlardı. Bir yandan altın külçelerini arabaya yüklemeye çalışıyorlar ve içlerinden de;

«Şu herifi nasıl yok etsem de altınların tamamına ben konsam…» diye plânlar kurmaya çalışıyorlardı.

Hayli yorulmuşlardı. Birisi arabanın ön tarafında bir torba bulunduğunu fark etti ve arkadaşına da gösterdi. Açtıkları zaman taze taze börek bulunduğunu gördüler ve çok acıkmış olduklarından zehirli böreği büyük bir iştah ile gövdelerine indirdiler.

Hırs gözü nasıl da kör eder. Akıllarına, arkadaşlarının da bir tuzak kurmuş olabileceği hiç gelmedi.

Olan olmuş ve adâlet yerini bulmuştu. Arkadaşlarını hunharca öldüren iki cânî, dayanılmaz sancılar içinde kıvranarak orada can verdiler.

Aslında, asıl şiddetli zehri arkadaşlarını bir bahane ile ortadan kaldırmaya karar verdikleri zaman yemişlerdi. Onları öldüren o mânevî zehirdi. Bu maddî zehir cesetlerini, o mânevî zehir ise ruhlarını öldürmüştü. Daha doğrusu, o kötü düşünceleriyle önce ruhları zehirlenmiş ve ölmüştü. Ne var ki, onlar bunun farkında değillerdi.

Buna sakın hayret etmeyin!..

Gerçekten de söz ve düşünce zehri, insanın rûhunu öldürür. Fakat, o kötü sözün ve düşüncenin sahibi bunu zamanında fark edemez. Maddî zehirler ise insanın fânî vücudunu yok eder. Rûhun ölümü, elbette cesedin ölümünden bin defa daha kötü ve fecî olur. Bedenin imhası dünya hayatına son verir. Oysa, rûhun yok edilmesi âhirete aittir. Rûhu ölmeyenin, cesedi ölse bile bir gün yine o vücuda sahip olabilir ve âhirette onu safâya eriştirir. Rûhun ölümü ise; ebedî olduğundan, sahibi olduğu cesedin de cehenneme atılmasına sebep olur.

İşte o iki hırslı kişi de, arkadaşlarını öldürdükleri için ilâhî adâlet yerini bulmuş ve öldürdükleri arkadaşlarının kendileri için hazırlattığı zehirli böreği yiyerek acılar ve sancılar içinde kıvranarak ölmüşlerdi.

Bu arada Hazret-i İsa -aleyhisselâm-, gideceği yere gitmiş ve aynı yoldan geri dönüyordu. Dünyanın altın külçeleri hâline dönüştüğü yerde üç ceset vardı. Birisi kanlar içinde idi, diğer ikisi ise yılan gibi kıvrılıp kalmışlardı. Bunların âkıbetlerini merakla çözmeye çalışırken, altın külçeleri kımıldandı ve dünya önce korkunç bir hâle büründü, sonra ise çok güzel bir kadın oluverdi. Yerde yatanları göstererek, olup bitenleri anlattıktan sonra şöyle dedi:

–Eğer bana aldanıp talip olsaydın, seni de işte bu hâle sokardım. Benim aşkıma talip olanların hiç birisi vuslatıma erememiş ve murâdına nâil olamadan fecî bir şekilde helâk olup gitmiştir. (Muzaffer ÖZAK, Envâru’l-Kulûb, tasarruflarla istifade edilmiştir.)

Bu kıssa aslında dünya hayatının bir temsilidir. Bu kıssadaki kadar keskin ve hızlı olmasa da, dünyaya ve dünyalıklara gönül kaptıran herkes buna benzer bir hayat yaşar. Dünyaya talip olur; onu elde etmek için yanar yakılır, birçok vebâle girer, günah yüklenir ve sonunda eline bir şey geçmeden ölür gider. Dünya muhabbeti her kötülüğün başıdır. En büyük zehirdir.

Altın-gümüş külçeler;
Belâdır, akıl çeler!
Sabret cennette çoktur;
Nice köşkler, bahçeler!..

Ey Kardeş!

Rabbimiz şu âyet-i kerîmeler ile bizi dünya hayatına karşı îkaz buyuruyor:

“Biz, yeryüzünde olan şeyleri, yer halkına bir süs yaptık ki, insanların hangisi daha güzel bir amelde bulunacağını imtihan edelim.

Şu da muhakkak ki; Biz, yeryüzünde olan şeyleri (süsleri) kupkuru bir toprak yaparız.” (el-Kehf, 7-8)

“Biliniz ki, (Allâh’a itaate ve âhiret kazancına sarf edilmeyen) dünya hayatı; bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme, mal ve evlâtta bir çoğalıştır, (nihayet hepsi yok olur gider).

Bu, bir yağmurun hâline benzer ki, onun bitirdiği nebat, çiftçilerin hoşuna gider. Sonra (yeşil rengi) değişir; bir de onu görürsün sararmıştır. Sonra da çer çöp olmuştur. (İşte dünya da böyledir. Kuruyup yok olan bu nebat gibi, bekāsı yoktur.)

İşte hayatı bu şekilde olan kimse için, âhirette şiddetli bir azap; mü’minler için ise, Allah’tan bir mağfiret ve bir rızâ vardır.

(Âhireti istemeyenler için) dünya hayatı ancak bir aldanış menfaatidir.” (el-Hadîd, 20)

Allah; cümlemizi dünya ve şeytan fitnesinden muhafaza eylesin.

Âmîn…