YALNIZ SAHÂBÎ

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Sahâbîlerden Ebû Zer el-Gıfârî -radıyallâhu anh-, Gıfâr kabîlesine mensuptur. Mekke’de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in insanları İslâm’a davet ettiğini duyunca oraya gitti ve müslüman oldu. Bunun üzerine müşrikler onu öldüresiye dövdü. Abbas -radıyallâhu anh- onu müşriklerin elinden kurtardı. Daha sonra kabîlesinin yanına dönerek onları İslâm’a davet etti. Uhud, Hendek, Tebük savaşlarında sahâbîlerle omuz omuza küffârla çarpıştı. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun hakkında;

“Yalnız gezer, yalnız yaşar, yalnız ölür.” buyurmuştu. Tam da bu tarif üzere geçen hayatı, 653 yılında Rebeze’de nihayete erdi. Fatih/Ayvansaray’da makamı bulunmaktadır.

*

Ebû Zer -radıyallâhu anh-, bir gün Kâbe’nin yanında durarak oradakilere şöyle seslendi:

“–Ey ahâlî! Sizden biri bir yolculuğa çıkacak olsa, asla azıksız çıkmaz, mutlaka bir yol hazırlığı yapar. Yanına yiyecek, içecek, para vs. alır. Ya âhiret yolculuğuna çıkacak birisi, azıksız nasıl çıkar?” Orada toplanan ahâlî sordu:

“–Bizim âhiret azığımız nedir yâ Ebâ Zer?”

“–Dünyayı iki kısma ayırınız. Birini dünyalık elde etmeye, diğerini de âhiret hazırlığı yapmaya tahsis ediniz. Üçüncüsü size zararlı olur, fayda vermez.”

«ALLAH!» NÂRALARI!

Bandırmalı Ali ÖZTAYLAN Efendi, 1913’te Üsküp’te doğdu. O henüz çocukken, ailesi Üsküp’ten Bandırma’ya taşındı. İmkânsızlıklar sebebiyle ilkokuldan sonra tahsiline devam edemedi. Bir tatlı dükkânı açıp geçimini temin etmeye başladı. Bundan sonra ahbabı ve Bandırma eşrâfı arasında «Tatlıcı Ali Efendi» olarak tanındı. İlim ve irfan ehline yüksek muhabbet beslerdi. Sık sık İstanbul’a gider, âlimleri ve ârifleri ziyaret ederdi. Nakşibendi Şeyhi Ali Haydar Efendi’ye intisâb etti, o vefat edince de Mahmud Sâmi RAMAZANOĞLU’na mürîd oldu.

Tek parti döneminde, dükkânında Osmanlıca levhalar bulunduğundan dolayı harf inkılâbına muhalefet etmekle suçlandı ve bu yüzünden çeşitli zorbalıklara maruz kaldı.

Ali Efendi; cemiyetin en alt tabakasından en üst tabakasına kadar bütün mü’minlerin işledikleri günahları onların şahsiyetleriyle bir tutmaz, bir vesile ile düzeleceklerine nâmütenâhî ümit besler;

“Ne malûm beş dakika sonra tüm kötü huylarından kurtulmayacağı…” derdi.

Tatlıcı Ali Efendi, 4 Ağustos 2008 günü vefat etti. Kabri, Bandırma’dadır.

*

Tatlıcı Ali Efendi; bir defasında Bandırma’dan otobüsle Bursa’ya giderken yanındaki koltukta oturan adam, sürekli ceketinin iç cebinden konyak, viski gibi küçük bir şişeyi çıkarıp içmekte, demlenmekteymiş. Ali Efendi adama bakıp;

“–Beyefendi! Ben size çok özeniyorum.” demiş. Adam şaşırarak;

“–Bey baba! Bizim neyimize özeniyorsun, ben ayyaş adamın biriyim. Bak görüyorsun! Otobüste bile duramayıp içiyorum.” demiş. Ali Efendi;

“–Yok yok… Hani siz içip sarhoş olduktan sonra gecenin bir yarısı sokağa çıkıp; «Allah!» diye nâra atarsınız ya. İşte ona çok özeniyorum. Ben de sizin gibi sokağa çıkıp; «Allah!» diye bağırmak istiyorum ama bağıramıyorum. Konu komşudan utanıyorum. Siz kimseyi takmadan ne güzel; «Allah!» diyorsunuz.” deyince adam ağlamaya başlamış. Günahlarına tevbe edip doğru yolu bulmuş. Bir daha da ağzına içki sürmemiş.

SIRRI PAŞA’NIN MEŞHUR KALEMİ

Osmanlı devlet adamı Sırrı Paşa, 1844 yılında Girit Adası’nın en büyük şehri olan Kandiye’de doğdu. Asıl adı Selim Sırrı’dır. Selim Sırrı on iki yaşındayken babası vefat edince, onu dedesi büyüttü. Memuriyete başladı. Kabiliyeti ve çalışkanlığı ile göz doldurarak valiliğe kadar yükseldi. Muhtelif birçok eserlerle birlikte «Sırrî» mahlâsıyla şiirler kaleme aldı.

Sırrı Paşa, 12 Aralık 1895’te Diyarbakır valisi iken tedavi gördüğü sırada İstanbul’da vefat etti. Kabri, II. Mahmud türbesi hazîresindedir.

*

Sırrı Paşa Ankara valisi iken, bir gün buranın tahrirat kâtipliğine Hilmi Bey adında bir genç tayin oldu. Hilmi Bey bir süre İstanbul gazetelerinde çalışmıştı. Dolayısıyla kendisini erbâb-ı kalemden sayıyordu. Ona, Sırrı Paşa’nın önüne konan tek bir yazıyı bile kırmızı kalemiyle düzeltmeden imzalamadığını, kendisinin yazılarının da bu âkıbete uğrayacağını söylediler. Fakat Hilmi Bey;

“–Arkadaşlar, sizlere böyle davranmış olabilir. Oysa benim için böyle bir şey söz konusu olamaz. Ben Bâb-ı Âlî gazetelerinde yıllarca dirsek çürütmüş, göz nûru dökmüş bir adamım.” karşılığını verdi. Ne var ki iki güne kalmadan ayakları suya erdi. Özene bezene yazıp götürdüğü yazılara Sırrı Paşa şöyle bir göz ucuyla baktıktan hemen sonra kırmızı kalemini eline alır;

“–Bakınız evlâdım, şurası olmamış. Öyle değil, böyle olacaktı. Burası da mânâya ve maksada uygun düşmemiş. Sonra şu cümlede de za‘f-ı te’lif var. Bunu da şöyle değiştirelim.” şeklinde açıklamalarda bulunur. Kâğıdı çeteleye çevirirdi. Zavallı Hilmi Bey çok üzüldü. Arkadaşları;

“–Nasılmış Hilmi Bey, gördün mü? Biz sana dememiş miydik? Senin o Bâb-ı Âlî yokuşundan gelme yazıların bile Sırrı Paşa’nın kaleminin hışmından kurtulamadı.” derler, kendisine takılırlar. Hilmi Bey;

“–Peki o hâlde… Öyle bir yazı yazıp Paşa’ya götüreceğim ki; değil çeteleye döndürmek, bir kelimesine, hattâ bir harfine bile dokunamayacak.” der. Odasına çekilerek bir kâğıda hemen oracıkta dört-beş satır yazar. Kâğıdı kaptığı gibi önünü ilikler, soluğu Sırrı Paşa’nın odasında alır. Saygıyla masanın üzerine bırakır. Sırrı Paşa önüne konulan yazıları düzeltmeye o kadar alışkındı ki daha önündeki kâğıda eğilmeden kırmızı kalemini eline alıp düzeltmeye davranınca Hilmi Bey telâşla atılır:

“–Affınıza sığınarak arz edeyim Paşa Hazretleri! Bu yazının bir kelimesini, hattâ bir harfini bile düzeltemezsiniz. Buna sizin değil, bin iki yüz yıldır gelmiş geçmiş en büyük din âlimlerinin bile gücü yetmez. Önünüzdeki yazı «Fâtiha Sûresi»dir.” Kalemi elinden bırakan Sırrı Paşa kahkahalarla güler. Hilmi Bey; ünlü kırmızı kalemin ucunun bile dokunmadığı tertemiz kâğıdı alarak dışarı çıkar, kendisini büyük bir merakla bekleyen arkadaşlarına götürür ve göğsünü gere gere gösterir. (Şemseddin KUTLU, Eski İstanbul’un Ünlüleri)

ZAMAN SELİ…

Abbâsî halîfesi Me’mûn 14 Eylül 786’da Bağdat’ta doğdu. Sarayda eğitim gördü. Arapça, hadis, fıkıh okudu. Babası Harun Reşid onu Horasan’a vali olarak gönderdi. Horasan’da devlet tecrübesi elde etti. Me’mûn, babasının vefatının ardından kardeşi Muhammed el-Emîn’le girdiği taht mücadelesinden galip çıktı. 813’te hilâfet makamına oturdu. Halîfe Me’mûn, 9 Ağustos 833’te vefat etti.

*

Rivâyet olunur ki Me’mûn bir gün sarayda, tahtında oturup şikâyetleri dinlerken kendisine bir arz-ı hâl iletildi. Me’mûn bunu derhâl veziri Fazl bin Sehl’e vererek;

“–Bu adamın isteğini derhâl yerine getir. Zira şu felek bir hâl üzere kalmayasıya devreder ve dahî şu zaman hiçbir dosta vefâ etmeyesiye hızlı geçer. Bugün fırsat var iken iyilik eyleyelim, çünkü yarın âcizlik ve çaresizlik dedikleri çetin gün çatar da fırsat kaçar.” dedi.