LİDERLER İSLÂM’A KOŞUYOR -3-

Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr

Hazret-i Üseyd bin Hudayr’ın ustaca kurgusuyla harekete geçen Sa‘d bin Muâz, öfkeyle mızrağını kapıp hemen o bahçeye doğru yöneldi. Bir yandan hızla gidiyor, bir yandan da öfkeyle bağırıyordu:

–Bu ne cüret, bu ne cesaret böyle! Burnumuzun dibine kadar gelip kavmimizi yoldan çıkaracaksınız öyle mi! Bu yetmiyormuş gibi, bir de kalkıp halamın oğlunu öldürmeyi düşüneceksiniz! Şimdi gösteririm gününüzü size!1

Abdüleşheloğullarının bahçesine aynı öfkeyle atlayıp giren Sa‘d bin Muâz, artan bir öfkeyle bağırıyordu:

–Sizi gidi haddini bilmezler sizi!

Gittikçe artan bir öfkeyle üzerlerine doğru giderken, bir anda durdu. Gördüğüne inanası gelmiyordu çünkü! Es‘ad bin Zürâre ile Mus‘ab bin Umeyr yan yana oturuyorlardı. Etraflarında da düzgün bir şekilde oturmuş çokça insan vardı. Bahçe çok büyüktü. Erkek, kadın, yaşlı, genç, çocuk; çok da insan vardı burada. Bu kadar kalabalığın buraya nasıl toplandığına şaşırdı.

Asıl şaşkınlığı ise, halasının oğlu olan Es‘ad bin Zürâre’ye idi. Es‘ad oldukça rahat görünüyordu. Üseyd ise onu öldüreceklerini söylemişti. Hiç de öyle öldürülecek bir adam gibi duruşu yoktu. Etrafındakilerin de düşmanca bakışları yoktu.

Bu durumda Üseyd yanılmış olmalıydı. Fakat buraya kadar gelmişken, şu Mus‘ab işini de kökünden halletmeliydi artık!

–Canını seven çekip gitsin buradan!

Öyle bir bağırdı ki; sadece o bahçe içinde ve etrafındakiler değil, nerede ise bütün Abdüleşheloğulları duymuştu bunu!

–Defolup gidin buradan, duymadınız mı?

Hem bağırıyor ve hem de üzerlerine gidiyordu. Öyle bir hâli vardı ki, bütün bahçenin karışması an meselesiydi…

–Ne yapıyorsunuz siz burada?!.

Durum gittikçe geriliyordu. Mus‘ab Hoca, oldukça sakin bir şekilde oturuyor ve bağırarak gelene bakıyordu. Hazret-i Es‘ad bin Zürâre yeniden devreye girdi:

–Ey Mus‘ab! Bu gelen kavminin büyüğü Sa‘d bin Muâz olup, benim de halamın oğludur. Eğer onu kazanabilirsen, o hidâyete ererse, bütün kavmi hidâyete erer. İşte bak, o da Üseyd bin Hudayr gibi, büyük bir öfkeyle bize doğru gelmektedir. Üseyd gibi o da çok zeki ve akıllı bir adamdır. Ne yapıp ederek onu dinlemeye iknâ edersen, çok büyük bir iş başarmış olursun.2

Hazret-i Üseyd bin Hudayr örneğinde olduğu gibi, Sa‘d bin Muâz da öfkeli bir şekilde geliyordu. Acele ile onun hakkında da Mus‘ab Hoca’ya yeterince bilgi verdi. Zaten daha önce bu iki büyük lider hakkında malûmat vermişti. Burada da biraz daha yakından ve yerinde tanıtarak, güncellemiş oldu:

–Ey Mus‘ab! Bu adama dikkat et! Üseyd’e kendini dinlettiğin şekilde, Sa‘d bin Muâz gibi dâhî bir adama da kendini dinletip kazanırsan, bütün kabîlesini de kazanmış olursun!

–Nasip diyelim ey Es‘ad, nasip!3

Sa‘d bin Muâz artan bir öfkeyle gelirken, mızrağını kaldırıp Hazret-i Mus‘ab’ın üzerine fırlatmak üzereydi. Her an her şey olabilirdi. Çevre emniyetini alanlar hemen yerlerinden fırladılar. Hâdiseye müdahale edileceğini gören Mus‘ab Hoca, hemen araya girdi:

–Sakın, sakın bir şey yapmayın!

–Biraz daha geç kalırsak, sonu çok kötü olabilir. Fırsat elimizdeyken yakalayalım şunu!

–Hayır, ben buraya birilerini azarlamak, yakalamak, öldürmek ya da öldürtmek için gönderilmedim!

–Sa‘d bin Muâz hiç de iyi niyetle gelmiyor ama!

–Sabredip bekleyin, sakın bir taşkınlık yapmayın!

Çok fena hâlde kızmış olan Sa‘d bin Muâz, olanları henüz tam olarak görüp anlayamamıştı. Hiç ses çıkmadığı için, korkuttuğunu düşünüyordu. Elindeki mızrağı ileri geri hareket ettirerek, hedefe kilitlemeye çalışırken, artan bir öfkeyle bağırdı:

–Yaşamak isteyen defolup gitsin!

Mus‘ab Hoca, her zamanki yumuşak ve sakin tavrıyla devreye girdi:

–Kiminle müşerref oluyoruz acaba?

–«Çekip gidin!» dedim, yoksa mızrağımı fırlatacağım!

–Sizinle tanışıyor muyuz? Önce bir tanışsak olmaz mı?

–Tanışmaya veya konuşmaya gelmedim ben buraya!

–Niçin geldiniz öyleyse?

–Sizi öldüreceğim!

–Aramızda bir düşmanlık mı var?

–«Çekip gidin!» dedim size, hâlâ konuşuyorsunuz!

–Çok yiğit birine benziyorsunuz siz!

–Bileğimi bükecek kimse yoktur buralarda!

–Çok da akıllı birine benziyorsunuz!

–Bu yörenin en büyük kabîle reisi benim!

–Yiğit, bilge ve akıllı bir kabîle reisi ile müşerref oluyoruz desenize!

–Konuşmayı kesin de defolup gidin!

–Neden?

–Aklı ermez zayıfların akıllarını çeliyorsunuz da ondan!

–Kimsenin aklını çeldiğimiz yok!

–Ne yapıyorsunuz öyleyse burada?

–Madem kabîle reisisiniz, neyin yanlış neyin doğru olduğunu anlarsınız, değil mi?

–Anlarım elbet!

–Öyleyse oturup bizi bir dinleyin. Eğer yanlış bir şeyler söylüyorsak, kabul etmezsiniz. Biz de sizi, kabul etmeyeceğiniz bir şeye zorlamayız. Çekip gideriz. Yok eğer iyi ve güzel şeyler söylüyorsak, siz de dinlersiniz. İşinize gelirse kabul eder, gelmezse kabul etmezsiniz. Biz sizi bunun için de zorlamayız. Şimdi ne diyorsunuz, bizi bir kerecik bile olsa dinlemez misiniz?

–Hem güzel ve hem de insaflı konuştun, anlat bakalım ey Mekkeli!

–Anlatayım öyleyse ey Medineli!4

Hazret-i Üseyd bin Hudayr sahnesinde olduğu gibi gelişmişti her şey. Mus‘ab Hoca, ona da aynı şekilde muamele etti.

Önce içinde bulundukları yanlış inanç ve yaşantıları üzerinde konuştu. Ama suçlayıcı ve hakaret edici ifadeler kullanmadı hiç. Yani; «Siz şöylesiniz!», «Siz böylesiniz!», «Şu yanlışın, bu çıkmazın içindesiniz!» gibi, tahrik edici şeyler söylemedi. Aksine hem çok yumuşak ve hem de; «Biz şöyleydik, biz böyleydik!..» diye, kendi hayatlarını öne çıkararak, aslında onların içinde bulundukları çıkmazları ve yanlışları anlattı. Hazret-i Üseyd sahnesinde olduğu gibi, Sa‘d bin Muâz da ister istemez; «Biz de öyleyiz!» ya da; «Aynısı bizde de var!» gibi sözlerle, hem kendi durumlarını itiraf eder bir duruma düştü ve hem de Mus‘ab Hocayı dinleme konumuna yükseldi.

Sa‘d bin Muâz; saldırma konumundan dinleme konumuna; dinleme konumundan da anlama konumuna geçince, Mus‘ab Hoca, usta bir manevra ile mesaja geçti!

Peygamber Efendimiz, örnek muallimin örnek hayatındaydı her zaman!

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

_________________________

1 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 78.
2 Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 236.
3 Beyhakî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 2, s. 439-440.
4 Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 236; Zehebî, Târîhu’l-İslâm, s. 249; İbn-i Seyyidu’n-Nâs, Uyûnü’l-Eser fî Fünûni’l-Meğāzî ve’s-Siyer, c. 1, s. 159-160; Ebu’l-Fidâ İbn-i Kesîr,
el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 152.