MÜ’MİNİN SEVİNÇ ve HÜZNÜ

Doç. Dr. Mustafa CANLI canli20@hotmail.com


BİR HADİS:

عن سَعْدٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ قَالَ : قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ :
« مِنْ سَعَادَةِ ابْنِ اٰدَمَ رِضَاهُ بِمَا قَضَى اللّٰهُ لَهُ وَمِنْ شَقَاوَةِ ابْنِ اٰدَمَ
تَرْكُهُ اسْتِخَارَةَ اللّٰهِ وَمِنْ شَقَاوَةِ ابْنِ اٰدَمَ سَخَطُهُ بِمَا قَضَى اللّٰهُ لَهُ »

Sa‘d bin Ebî Vakkâs -radıyallâhu anh-’tan nakledildiğine göre Allah Rasûlü -sallâllâhu
aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“İnsanoğlu, Allâh’ın kendisi için takdir ettiğine rızâ gösterirse mutlu olur. Şayet, Allah’tan hayırlı olanı ummayı terk eder ve Allâh’ın kendisi için takdir ettiğine kızıp, isyan ederse bedbaht olur.” (Tirmizî, Kader, 15)

BİR MESAJ: “Sevinç de hüzün de Allah’tandır. Neye sevindiğine ve neye üzüldüğüne dikkat et! Ve sevincin de hüznün de mûtedil olsun! ”

Mehmed’im, sevinin, başlar yüksekte!
Ölsek de sevinin, eve dönsek de!
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!
Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!
(Necip Fazıl KISAKÜREK)

Sevinç de hüzün de kişinin tabiatında var olan ve Cenâb-ı Hakk’ın insana lutfettiği duygulardır. İnsan olarak bu duygulardan sıyrılmamız mümkün değildir. Bu bakımdan insanın tabiatı îcâbı sevinmesi veya hüzünlenmesi normal bir durumdur. Yaşadığımız hayatta, sevinç ve hüzün harmanlanmış bir vaziyettedir. Zaman olur seviniriz, zaman olur hüzünleniriz.

Sevinç ve hüzün mefhumlarının, dünyevî ve uhrevî olmak üzere varlık dünyasının iki boyutunu kuşatan bir mânâ dünyası vardır. Dolayısıyla sevinç ve mutluluk derken, insanın dünya ve âhiretteki sevinç ve mutluluğu; hüzün veya mutsuzluk derken de dünya ve âhiretteki hüzün ve mutsuzluğu söz konusu edilmektedir.

Şu kadar var ki sevinç ve hüzün, kişinin inanç durumuna göre farklılık arz eder. Yani îmân eden ile îmân etmeyen kişinin hâdiselere bakışı dolayısıyla sevinç ve hüznü farklıdır.

Mü’minin Sevinci de Hüznü de Mûtedildir

Mü’minin hâdiselere bakışı farklıdır. Dolayısıyla sevinç ve hüznü de mü’min olmayana göre farklıdır. En başta şunu ifade edelim ki mü’minin sevinci de hüznü de mûtedildir.

Burada mühim olan husus, bu duyguların ölçüyü kaçırmadan îtidal içerisinde ortaya konmasıdır. Ne cenneti elde etmiş gibi kendimizden geçercesine sevineceğiz ne de sanki cehenneme sürüklenmiş, bütün dünya karanlıklara boğulmuş gibi hüzünleneceğiz. Onun için mü’minin sevinci de hüznü de mûtedil olmalıdır.

Şu fânî hayatta mü’min, birtakım sevinç ve hüzünler yaşar. Meselâ nur topu gibi bir evlâdı dünyaya gelir. Mü’min, buna sevinir. Ama bunun yanında kendisine evlât nasip ettiği için Rabbine şükreder ve mü’min kardeşlerine de nasip etmesi için duâ eder.

Mü’min, sevinirken gurur ve kibir bataklığına düşmez, asla şımarmaz. Zira Rabbimiz bir âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:

“Şımarma! Allah şımaranları sevmez.” (el-Kasas, 28/76)

Onun için mü’minin sevincinde bile bir huşû vardır, bir îtidal vardır.

Yine mü’min, sevinçli bir haber karşısında kendini kaybedecek şekilde kahkahaya boğulmaz. Çünkü o, Sevgili Peygamberimiz’in;

“Az gül! Çünkü çok gülmek kalbi öldürür (katılaştırır).” (Tirmizî, Zühd, 2) tavsiyesine uyar. Zira bilir ki böyle bir kahkaha, kalbi derinden yaralar.

Mü’minin hüznünde de bir denge vardır. Kendisini üzecek bir durum ile karşılaştığında mü’min; belki gözyaşı akıtır ama sabır gösterir, perişan edici bir hüzün içerisine girmez. İsyana sürüklenmez, ümidini yitirmez.

Mü’minin hüznü mûtedildir. Mü’min, hasta olacak şekilde hüzne boğulmaz. Hele hele bunalıma asla girmez.

Çünkü o, hüzünlendiğinde Peygamber Efendimiz’in şu duâsını yaparak ferahlar:

“Allâh’ım! Sıkıntıdan ve üzüntüden Sana sığınırım.” (Ebû Dâvûd, Vitr, 32)

Hattâ mü’min; daha da ötesine giderek hüznünü gönlüne gömer, mütebessim bir çehre ile mü’min kardeşinin karşısına çıkar. Zira o; bu hususta hayattaki en büyük rehberi olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunu takip eder, O’nu rehber edinir. Nitekim âlemlere rahmet olan Efendimiz’in; onca hüznüne rağmen ashâbının huzûruna hep mütebessim bir çehre ile çıkıp, yanındakilere sevinç ve huzur verdiği nakledilmiştir. (Buhârî, Edeb, 68)

Mü’min Neye Sevinir ve Neye Hüzünlenir?

Bir mü’minin neye sevinip neye hüzünlenmesi gerektiği konusu da ehemmiyetli bir husustur. İstifhâm olarak söyleyecek olursak mü’min neye sevinmeli ve neye hüzünlenmelidir?

En başta mü’min, îman gibi bir hazineye sahip olduğu için büyük bir sevinç ve mutluluk içerisindedir. Mü’min, yaşadığı hayatta Allah ve Rasûlü ile birlikte olduğunda mutludur.

Serlevhâ hadîsimizde de belirtildiği gibi mü’min, Allâh’ın kendisi için takdir ettiğine rızâ gösterirse mutlu olur.

Mü’min, Rabbi kendinden râzı olup; «Kulum!» dediğinde dünyanın en mutlu insanıdır.

Meselâ mü’minin iftar ânındaki sevinci ve coşkusu görülmeye değerdir. Bu sevinç, uzun süre aç ve susuz kaldıktan sonra yemek ve içeceklere kavuştuğu için değildir. Bu, Allah için aç ve susuz kalmanın verdiği ılık bir sevinç ve mutluluktur.

Zira o; Sevgili Peygamberimiz’in oruç tutanların cennetin Reyyân kapısından giriş yapacakları müjdesini almıştır, nasıl sevinmesin, nasıl mutlu olmasın? Yine bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

“Mü’minin iki sevinci vardır:

•Birisi, iftar vaktinde orucunu açtığı andaki sevinci,

•Diğeri Rabbine kavuştuğu zaman orucunun (mükâfâtından kaynaklanan) sevincidir.” (Müslim, Sıyâm, 163)

Mü’min, bayramlarda sevinir. Mü’min için bayramlar, neşe ve sürur kaynağı olup âhiret bayramının da bir provası mâhiyetindedir.

Mü’min, Allâh’ın adını andığında mutlu olur. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadır:

“Bilin ki kalpler, ancak Allâh’ın zikriyle huzur bulur.” (Ra‘d, 13/28) Bu bakımdan zikir, kalplerimizin sürur kaynağıdır.

Mü’min, fitnelerden uzak kalabiliyorsa mutlu ve sevinçlidir. Bir defasında Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbıyla sohbet ederken;

“Şüphesiz mutlu kimse fitnelerden uzak kalandır.” buyurduktan sonra şöyle devam etmiştir:

“Mutlu kimse, bir belâya uğradığında sabredendir.” (Ebû Dâvûd, Fiten, 2)

Dolayısıyla mü’min; başına gelen belâ ve musîbetler karşısında sabır gösterebiliyorsa ve eğer gıybet, iftira, haset, kin ve nefretten uzak yaşayabiliyorsa mütemâdiyen mutludur.

Yine mü’min için iyi bir eş, dünyadaki en büyük sevinç ve mutluluk kaynaklarından biridir. Zira Sevgili Peygamberimiz; iyi bir eşi kurrat-i ayn (göz aydınlığı) olarak gördüğü gibi insanoğlunun mutluluk kaynaklarından biri olarak da tasvir etmektedir. (Ahmed, I, 169)

Burada şu hususu hatırlatalım ki mü’min, maddî sevinçlerin peşine düşmez. Zira o, maddî sevinçlerin insanı gerçek anlamda mutlu kılmadığını bilir.

Mü’min, dünya hayatındaki son sevinç ve mutluluğunu son nefesinde yaşar. Kelime-i tevhid veya Kelime-i şahâdeti söyleyerek; «Allah!.. Allah!..» diyerek son nefesini verdiğinde mü’min, tarifi mümkün olmayan bir mutluluk yaşar.

Rabbim cümlemize böyle bir mutlu son nasip etsin!..

Bunlar mü’minin dünya hayatındaki sevinç ve mutluluk tablolarından birkaçıdır. Bu dünyevî sevinç ve mutluluklarının yanında mü’min için daha ehemmiyetli olan ebedî mutluluklar vardır ki bunları da uhrevî sevinç ve mutluluklar olarak ifade edebiliriz.

Mü’minin uhrevî sevinci, önce kabir hayatında gireceği cennet kendisine gösterildiğinde başlar. Sonra güneşin yaklaşıp da insanların kulak memelerine kadar ter içerisinde kaldığı ve büyük endişeler yaşadığı bir anda, Cenâb-ı Hakk’ın Arş’ının gölgesi altında gölgelendiğinde mü’min elbette çok mutlu olacaktır.

Mü’min, mahşer gününde Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna kalb-i selîm götürebildiğinde ebedî sevinç ve mutluluğu yaşayacaktır.

Ve en sonunda;

“Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O´ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön! (Hâlis) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!” (el-Fecr, 89 /27-30) nidâsını işittiği zaman mü’min, işte o zaman kendinden geçercesine mutlu olur ve ebedî sevince gark olur.

Peki, mü’min neye üzülür veya üzülmelidir?

Elbette bu dünya hayatında mü’mini üzen hâdiseler olacaktır. Maddî kayıplar, acılar ve ağrılar, mü’mini elbette üzer ama derinden yaralamaz. Mü’min, meselâ asıl günah işlediğinde pişman olur ve derin bir teessür yaşar.

Kendisi tokken müslüman kardeşi aç ise mü’min, hüzünlenir. Dünyanın neresinde olursa olsun bir müslüman kardeşinin zulüm görmesi karşısında, o dünya mü’min için zindan kesilir.

Çünkü mü’min, ümmetin derdiyle dertlenen insandır. Onun için mü’minin bu dünya hayatında mütemâdiyen mutlu olması, neredeyse mümkün değildir.

Yine müslüman kardeşinin kalbini kırdığında da mü’min, hüzünlenir.

Mü’min, bir vakit dahî olsa farz namazını kılamadığı zaman derin bir hüzne boğulur. Tıpkı Ali -radıyallâhu anh-’ın hayatında vukû bulduğu gibi…

Anlatıldığına göre Hazret-i Ali, bir gün sabah namazına kalkamaz. Sonra pişmanlıktan günlerce ağlar ve Allah’tan sürekli affını diler. Gene bir gün namazı geçmekte iken, şeytan kendisini uyandırır. Hazret-i Ali şaşkınlıkla şeytana neden kendisini namaza kaldırdığını sorar. Şeytan şöyle cevap verir:

“Senin namazını vaktinde kılamadığın için yaptığın tövbe yüzünden Allah senin birçok günahını affetti ve ben buna dayanamam. Bu sebeple seni namaza ben kaldırdım.”

Bir hadîs-i şerifte ifade edildiğine göre kötü bir eş, bu dünya hayatında insanoğlunun bedbahtlığından olan bir husustur. (Ahmed, I, 169)

Bu yukarıda tâdâd edilenler, dünya hayatında mü’minin yaşadığı hüzünlerden birkaçıdır. Âhiretteki hüzünler ise bambaşkadır.

Meselâ cennete giren mü’min, cennetteki farklı dereceleri gördüğünde;

“Keşke bir kez daha fazla; «Allah!» deseydim!” demekten kendini alıkoyamaz.

Kâfir ise, âhirette tarifi olmayan bir hüzün yaşar. En sonunda;

“Keşke toprak olsaydım da bu durumları görmeseydim!” şeklinde derin pişmanlığını dile getirmek durumunda kalır.

Bu bakımdan hakikatte esas sevinç, uhrevî sevinç; esas hüzün de uhrevî hüzündür.

Rabbimiz; dünya hayatında hayırlı işlerle bizleri sevindirsin, âhirette de korktuklarımızdan emîn eyleyip ebedî hüzne dûçâr olanlardan eylemesin.

Âmîn…