«BEREKET, ARTIŞ ve TEMİZLİK»

Sami GÖKSÜN

İnsan toplu olarak yaşamaya muhtaçtır. Cenâb-ı Hakk’ın yeryüzünde ahsen-i takvîm üzere yarattığı güzîde varlık insan; sosyal bir gerçek olarak toplu olarak yaşamak mecburiyetindedir. Sağlıklı ve huzurlu bir cemiyet oluşturmanın yolu ise, toplu yaşama şuuruna ulaşmış insanların bir araya gelmesinden geçer. Sevinç ve tasada bir ve beraber olmak, yardımlaşma ve dayanışma, cemiyeti oluşturan insanların ortak inanç ve hareketlerinin bir neticesi olarak tezâhür eder.

Kâinâtı yaratan ve yöneten Allah’tır. Dolayısıyla O, «Mutlak Hâkim» olarak dilediği şekilde tasarruf eder. Rızkı belirli bir ölçüye göre verir, daraltır, genişletir. Çünkü mülkün sahibi O’dur. Dünya hayatını, insan için bir imtihan yeri kılmıştır. Bu sebeple, bütün insanların aynı imkân ve hayat standardına sahip olmalarını hikmetine uygun görmemiştir. Birçok ilâhî hikmetlerinden bir tanesi de; cemiyeti oluşturan insanlar arası birlik ve beraberliği sağlamak, dayanışma ve kaynaşmayı, sevgi ve saygıyı oluşturacak bir ortamı hazırlamaktır. Bunun için de insana; gücü ölçüsünde birtakım ibâdetleri farz kılmış, bazı vazife ve mes’ûliyetler yüklemiştir.

Bütün yaratılmışların; özellikle de insanların iyiliğini istemek, merhamet duyguları içerisinde yardımlarına koşmak, dertli olanların dertleriyle dertlenmek, sıkıntı ve kederlerine çare olmak, insan hayatına mânâ kazandıran güzel duygu ve iyi ahlâk örneklerini oluşturur. Bu aynı zamanda, olgun mü’min olmanın da temel şartları arasındadır.

Bu mevzuda Cenâb-ı Hak Nisâ Sûresi 36. âyet-i kerîmesinde şöyle buyurmaktadır:

“Allâh’a kulluk edin, hiçbir şeyi (yücelterek ilâhlaştırıp veya tapınak hâline getirip) O’na ortak koşmayın. (Sonra sırasınca) ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolda kalmışa ve ellerinizin altındaki hizmetkârlara iyilik edin. Allah, kendini beğenenleri ve böbürlenenleri sevmez.”

Allâh’a kul olmanın îcâbı, hem ibâdet hem de böyle güzel bir ahlâka sahip olmaktır. Yine bu âyette iyilik ve yardımlaşmanın Allâh’a îman ve kulluk ile yan yana zikredilmesi, mevzunun ehemmiyetini açıkça göstermektedir. Diğer yandan, insanı iyilik yapmaktan alıkoyan; kibir, gurur, böbürlenme ve kendini beğenme gibi kötü özelliklerin, mü’minin hayatında yeri olmadığı net bir şekilde anlatılmıştır. İnsanın bu durumunu yüce Mevlâ’mız başka bir âyetinde şöyle anlatmaktadır:

“Gerçekten insan, pek hırslı (ve sabırsız) yaratılmıştır. Kendisine fenalık dokunduğunda sızlanır, feryat eder. Bir iyiliğe uğrarsa, onu herkesten kıskanır. Ancak namaz kılıp namazlarında devamlı olanlar, (ihmal göstermeyenler); mallarında, isteyene ve (isteyemediği için) mahrum kalmışa belli bir hak tanıyanlar; ceza (ve hesap) gününün doğruluğuna inananlar; Rablerinin azâbından korkanlar böyle değildir.” (el-Meâric, 19-27)

Âyet-i kerîmede geçen «belli bir hak»tan maksat; zenginler üzerine farz olan zekâttır. Zira sadakalar içerisinde Kur’ân-ı Kerîm’in fakir ve yoksullar için belirlediği hisse sadece zekâttır. Çünkü zekâtın dışındaki diğer sadakalar belirli bir pay değil, mal sahibinin isteğine bağlıdır. İster çok, ister az verir.

Zekât, sözlükte; bereket, artma, çoğalma, temizlik, kurtuluş mânâlarına gelmektedir. İslâm hukukunda ise zekât; mal varlığından bir kısmını, dînin fakir olarak kabul ettiği bir müslümana Allah rızâsı için karşılıksız olarak temlik etmek (zekâtı alan kimsenin malı hâline getirmek) mânâsını ifade eder.

Kur’ân-ı Kerim’de bu ve benzeri mânâlara meâlen şöyle işaret edilmiştir:

“(Ey Muhammed!) Mallarının bir kısmını, kendilerini temizleyip arıtacak bir sadaka olarak al, onlara duâ et. Sen’in duân, onlar için sükûnettir (onları yatıştırır.) Allah işitir ve bilir.” (et-Tevbe, 103)

“İnsanların malları içinde artsın diye verdiğiniz herhangi bir fâiz, Allah katında artmaz; fakat Allâh’ın rızâsını dileyerek verdiğiniz bir sadaka (zekât) böyle değildir. İşte onlar sevaplarını kat kat artıranlardır.” (er-Rûm, 39)

Ebû Ümâre -radıyallâhu anh-’ten rivâyet edilmiştir, diyor ki:

Vedâ Haccı’nda Peygamber Efendimiz’i hutbe okurken dinledim, buyurdu ki:

“Rabbiniz Allah’tan korkun, beş vakit namazınızı kılın, Ramazan orucunuzu tutun, mallarınızın zekâtını verin… Bu takdirde Rabbiniz’in cennetine girersiniz.” (Tirmizî, Cum’a, 80)

Öyle ise zekât; mü’minin mal ve servetini bereketlendiren, temizleyen, onu cennetle şereflendirecek olan; Allâh’ın kulunu Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in iftihar edebileceği bir ümmet makamına yükselten ulvî bir ibâdettir. Zira kâinat mülkünün sahibi yüce Allah’tır. Dilediği kimsenin mal ve servetini bereketlendirecek, her türlü kötülük ve felâketlerden koruyacaktır. İşte zekât, bu artış ve korumaya sahip olmanın adıdır. Onu terk etmenin ise; iki cihanda hüsrana uğramanın sebebini teşkil edeceğini Kur’ân’da yüce Rabbimiz, hadislerinde de Peygamber Efendimiz haber veriyor. Zira yüce Rabbimiz’in koruma ve bereketinden mahrum, O’nun rızâsı dışında kazanılıp kullanılan servetin; insanı ve toplumu mutlu ve huzurlu etmediği gayet açık bir hakikattir.

Zekât verme şartlarını taşıyan varlıklı müslümanlar, zekâtlarını; Tevbe Sûresi 60’ıncı
âyet-i kerîmede belirtilen yerlere ve kimselere takdim ederler. Mezkûr âyette, yüce Rabbimiz bu yerleri şöyle belirtiyor:

“Sadakalar (zekâtlar), Allah tarafından bir farz olarak ancak;

•Fakirlere,

•Yoksullara,

•Zekât toplama memurlarına,

•Kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanlara,

•(Âzâd edilecek) köle (ve esir)lere,

•(Borcunu veremeyecek olan fakir) borçlulara,

•Allah yolundaki mücâhidlere,

•Muhtaç kalan yolculara mahsustur.

Allah hakkıyla bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”

Zekâtlarını veren müslümanlar, verdikleri zekâtı kimsenin başına kakmazlar ve zekâtlarını bir mahviyet içerisinde verirler. Onlara bir teşekkür edâsıyla yaklaşırlar. İbâdetlerde aslolan Allâh’ın rızâsını gözetmektir. O’nun rızâsı dışında gerçekleştirilen hiçbir davranış, ibadet niteliği kazanmaz.

Zekât veriliş gayesi itibarıyla; cemiyette başkalarının sırtından geçinen asalak insanların türemesine değil, bilâkis sosyal adâletin sağlanarak fakirliğin, yoksulluğun ve dilenciliğin sona erdirilmesi, elbirliği ile herkesin kendi iş ve aşına sahip olması, zekât alanların zekât verebilecek hayat standardına ulaşmasına yönelik olarak gerçekleştirilen bir ibâdettir. Böylece huzurlu, güven dolu, mutlu bir toplum yapısının oluşturulması hedeflenmiştir. İslâm tarihinde bu şöyle gerçekleşmiştir:

Emevîler devrinde Tunus ve Cezayir’in zekât memuru olan kişi, âdil halîfe Ömer bin Abdülaziz’e bir mektup göndererek;

«Herkesin bolluk içerisinde olduğunu, zekât verecek kimseyi bulamadığını» söylüyor, ne yapması gerektiğini soruyordu.

Halîfe verdiği cevapta;

“–Borçluların borcunu öde!” diye haber yolladı. Zekât hazinesi yine doluydu;

“–Şimdi ne yapayım?” diye soran memura Halîfe şu emri göndermişti:

“–Köle satın al ve âzâd et!”

Bu güzel hâl; herkes çok zengin olduğu için değil, herkes kendisindeki nimetleri, elinde avucunda olmayanlarla paylaştığı, herkes cömert olduğu için yaşandı. Herkes İslâm’ı yaşadığı için, böyle bir güzellik ortaya çıktı.

Bencilliği, çıkarcılığı, egoizmi frenleyip; paylaşımı, bölüşümü, dayanışmayı, diğergâmlığı gerçekleştirebilen cemiyetler, yarınlara daha ümitle bakacak, mutlulukla ilerleme hakkına sahip olacaklardır.

Yüce Rabbim, bütün Muhammed ümmetine böyle zekât verilecek fakir bulunamayacak derecede güzel günleri yeniden yaşatsın inşâallah!

Âmîn…