HANGİ SENDROM?

Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

–Bak mutlaka bekliyorum. Yıllar sonra devrelerimizle bir iftar yapacağız. Gelmezsen bozulurum haberin olsun!

–Tamam! Tamam, inşâallah geleceğim. Yapmamı istediğin başka bir şey var mı?

–Sen gel yeter devrem! Başka bir şey olursa ararım. Haydi, Allâh’a emânet ol!

–Sen de kardeşim. Kal sağlıcakla…

Eşref ile Hakan yıllar sonra mezunlar iftarında bir araya gelmiş iki arkadaştı. Talebelik dönemlerinde yediği, içtiği ayrı gitmemiş bu iki arkadaş; mezun olduktan sonra farklı şehirlerde rızık kapısı buldukları için pek görüşememişlerdi. Biri çok iyi bir öğretmen, diğeri de yüzlerce çalışanı olan bir tekstil fabrikasının vazgeçilmez bir müdürü olmuştu.

İftar vesilesi ile yıllardır birbirini görmeyen arkadaşlar iyi bir hasret gidermişti. Lâkin Hakan’ın hâli Eşref’in dikkatinden kaçmamıştı. Hakan’ın sohbet esnasındaki gergin tavırları; «Hayatı sorgulayacağım!» derken hâlinden memnun olmadığını bağıran şükürsüzlük ifadeleri, Eşref’i bir hayli üzmüştü. Yıllar sonra buluştuğu arkadaşı için bir şeyler yapmak isteyen Eşref, bunu kalp kırmadan nasıl yapacağını düşünüyordu:

–Hakan! Baksana kardeşim bu akşam hemen dönmeyecekseniz bizde kalsanız ya… Sohbet ederiz, hem aileler de yakından tanışır. Ben seni çok özlemişim be devrem…

–Vallâhi çok güzel olurdu; ama bu akşam kayınpeder tarafına söz verdik. Ama yarın olabilir. Normalde uçak yarın gece idi. Bileti ertesi günün sabahına alırsam, yarın akşam sizde kalırız. Çok da güzel olur benim için…

–Tamam, yarın bendesin o zaman, o kadar! Biraz erken gel de iki lâfın belini kıralım!

–İnşâallah!

Eşref için bu bir gün, iyi bir düşünme fırsatı olmuştu. Çünkü Hakan’ın iki cümlesinden biri şikâyet içerikliydi:

“–Abi bu otuz yaş sendromu mudur nedir bilemedim? Ne hayal ediyordum ne oldum?”

“–Şöyle rahat bir hayatımız olmadı gitti! Bak adama…”

“–Abi bizden adam olmaz, vallâhi bak. Biz akıllanmayız!”

“–Hiç evlenmeyecektik. Bekârken kraldık be oğlum! Şimdiki maaşım bekârken olacaktı var ya beni kimse tutamazdı…”

“–Bizim peder beyle aralar biraz limonî bu aralar. Pek bulaşmıyorum, biliyor musun?”

“–Şu dünyaya bir daha gelsem var ya…”

Hakan’ın bu cümleleri uzunca bir müddet yankılandı kulaklarında. Eşref, arkadaşını kırmak istemiyordu. Aslında hatırı sayılır bir maaşı ve mevkii, kendisini seven ehl-i namaz bir eşi, iki tane göz nûru evlâdı vardı. Bunları fark ettirerek pozisyonunu şükür hâline çevirmeliydi; ama nasıl?

Hakan, talebeliğinden beri uzun uzun nasihat dinlemeyi pek sevmezdi. Bir hatası olduğunda kısaca uyarıp geçersen anlar, bir daha yapmazdı. Lâfı, nasihati uzatırsan o da işi inada bindirir, aksi yönde tavır alırdı. Huyunu iyi biliyordu. Bir seyr-i tabiî oluşturup derli-toplu, az-öz yapmalıydı ne yapacaksa…

Düşünüp dururken gözü takvime takıldı. Ertesi gün rahmetli babasının vefat yıl dönümü ve Perşembe günü oluyordu. Aklına bir fikir geldi. Yerinde tavırlar gösterebilirse çok iyi bir netice elde edebilirdi. «Haydi bakalım! Sabah ola hayrola…» dedi kendi kendine…

–Alo! Eşref kardeşim, bu akşam müsaitseniz sizde kalmak istiyoruz inşâallah. Bileti erteledim!

–Bu çok güzel bir haber kardeşim. Buyur gel. Başımın üzerinde yerin var!

–Yalnız; gelmişken biraz ziyaret biraz ticaret, anca iftara gelebileceğim, hakkını helâl et!

–Tamam, olur. Sen yeter ki gel!

–Eyvallah devrem. Allâh’a emânet…

İftar vakti Hakan, ailesi ile geldi. Sofralara buyurdular ve iftar vakti tatlı bir heyecan ile beklenmeye başlandı. Eşref’in hanımı yemekleri getireceği zaman odanın camına tıklıyor, yemekleri büyük bir hürmet ile kocasına teslim ediyor, o da çok sessiz ve serî bir şekilde sofraya yerleştiriyordu. Mütevâzı iftar sofrası, ezan vaktinde her şeyi ile tastamam olmuştu. Eşref, hanımı ile anlaşmıştı. Hem ihtilât ortamı oluşmayacaktı hem de Hakan ile baş başa kalarak küçük dokunuşlar yapabileceği bir sohbet olacaktı. Plânladıkları gibi de oldu.

Hanımlar çok iyi anlaşmışlar, kendi aralarındaki sohbet iyice koyulaşmıştı. Eşref de muhabbeti akşamki konular etrafına yavaş yavaş getirmişti.

Hakan aynı hızla gidiyordu. Eşref, Hakan’ın ifadelerinin anlık değil bir hayli yerleşmiş fikirler olduğundan emin olmuştu artık. İftar bitmişti.

–Hakan kardeşim hakkını helâl et. Ben dün seni davet ederken unutmuşum. Bugün babamın vefat yıl dönümü. Ben her sene babam için bir hatim okurum ve o gün gelince yatsı namazından önce gider kabri başında bir Yâsîn okur ve duâ ederim. Kusura bakmazsan bu sene beraber gitsek olur mu? Hem seni terâvih namazı için götürmek istediğim bir cami var. Yeni açıldı, ben de oraya cemaat olmaya çalışıyorum. Yol üstü…

–Öyle mi kardeşim? Hakkını helâl et. Ben unutmuştum. Başın sağ olsun. Ben yurt dışında idim cenazeye de gelemedim. Çok iyi olur. Bir Yâsîn Sûresi de ben okurum Muhammed Amcam için.

Gece vakti mezarlığa gitmek, Hakan için biraz tedirgin edici olsa da cenazeye gelememiş olmanın mahcubiyetiyle sesini çıkarmadı. Mezarlığa vardıklarında Eşref; babasının kabri başında diz çöktü, gözlerini kapadı ve ezberden Yâsîn Sûresi’ni okumaya başladı. Hakan da cep telefonundaki Kur’ân-ı Kerim programından okumaya başladı. Gecenin sessizliği, mezarlığın sessizliği ile buluşmuştu. Müthiş bir sessizlik… Arada bir mezarlığın alt tarafından geçen birkaç araba hariç çıt çıkmıyordu. İkisi de beşinci sayfaya kadar gelmişlerdi ki çok yakınlarında bir mezarın başında biri, kocaman bir şişe kırdı. Yüksek sesle ve öfkeyle bağırmaya başladı:

–Geberdin gittin! Beş kuruş para da bırakmadın! Üstüme bırakıp gittiğin borçlar da cabası… Lânet olsun senin gibi babaya! Baba mısın düşman mısın be!

İkisi de çok korkmuştu.

Eşref bir şeyler plânlamıştı; ama asla bu değildi… Kendisi bir seyr-i tabiî oluşturmak isterken, kendisini bir seyr-i tabiînin içinde bulmuştu. Sesin geldiği tarafa bakınca elinde kırık bir içki şişesi ile ayakta durmakta güçlük çeken, her hâlinden sarhoş olduğu anlaşılan birini gördü. Adam aynı hızla devam ediyordu:

–Hayattayken de baş belâsı idin şimdi de be! Bi düşmedin yakamdan baş belâsı adam. Senin gibi bir babam olacağına hiç olmasaydı! Geberdin gittin! Ne oldu şimdi? Olan gene bana oldu…

Adamın lâf anlayacak hâlde olmadığı âşikârdı. Eşref, sessizce Hakan’a cep telefonun sesini kısmasını ve ışığını söndürmesini işaret etti, kendi de kapattı. En iyisi hiç bulaşmamaktı. Bir süre gizlice beklediler. Sarhoş geldiği gibi söylene söylene gitti. Adam gider gitmez Hakan;

–Devrem koş koş! Geri kalanını bu senelik camide tamamlayıver. Bu kadar heyecan bu akşamlık yeter. Koş camiye koş…

Eşref bir yandan serî adımlarla mezarlıktan çıkmaya çalışıyor, bir yandan da gülümsüyordu. Bir kendi plânına bakıyor bir de asıl plânlar sahibinin plânına…

Mezarlıktan dışarı çıkıp da arabaya binince Hakan nefes nefese;

–O neydi öyle ya? Ödüm koptu arkadaş! Adam şaşırıp da bizim kafamızda kırmadı ya içki şişesini… Ne ara geldi? Hiç fark etmedim! Oh vallâhi çok şükür! İyi kurtulduk…

–Ben de hiç fark etmedim yahu!

–Sen nasıl fark edecektin? Gözünü bir kapattın başladın okumaya, hiç açmadın ki… Tövbe estağfirullah, sanki özel benim için plânlanmış bir şey gibiydi. Arkadaş, ne zamandır neyden şikâyet ediyorsam hepsinin cevabını aldım. Sendrom mendrom kalmadı!

–Hangi sendrom devrem?

–Akşam dedim ya; «Otuz yaş sendromu falan…» işte onlar…

–Hım! Onlar mı? Unutmuşum da…

–Vallâhi sarhoş iyi hatırlattı ben de unutmuştum. Bak gene talebeliğimizdeki gibi oldu. Ben ârıza çıkarırdım; sen nasihat mi ederdin lâf mı sokardın ben anlamazdım. Bir şey söyler geçerdin. Ben başkasının nasihatine tahammül edemezdim; ama nasıl olursa olurdu ve senin dediğini yapınca ârıza giderdi. Bu sefer sıra sana gelmeden alacağımızı aldık.

–Estağfirullah kardeşim. Ben çok mahcup oldum. Kırık yılın başı gelmiş misafirim olmuşsun, sırf ben istedim diye mezarlığa geldin. Yaşattığım şeyler için çok özür dilerim. Hakkını helâl et!

–Yok be devrem öyle demek istemedim. Ama ben bunu hak ettim. Ben biliyorum kendimi… Seninle alâkası yok. Sen yapman gerekeni yaptın. Mâşâallah sen hayırlı evlâtsın. Baksana şahit olduklarımıza; adamın oğlu geldi ve mezar taşında içki şişesi kırdı. Demediğini bırakmadı. Ben asla öyle olmak istemiyorum. Haydi, bana bir şey söyle ve geç kardeşim. Yine yıllar önceki gibi…

–Estağfirullah Hakan’ım ne alâkası var? Sen zaten namazında, niyazında, helâl rızık peşinde bir adamsın. Daha ne olsun?

–Ama mutsuzum be kardeşim! Şu son iki güne bir baktım da hep ben konuştum, onun da yarısı şikâyet. Sana konuşma fırsatı bile vermedim. Ama sendeki ve evindeki huzurun sırrını merak ediyorum be kardeşim. Çok huzurlu bir ortamın vardı. Son yılların en kıymetli iftarı oldu benim için…

–İnşâallah gördüğün gibidir kardeşim. Rabbim söylediklerine lâyık eylesin. Ama senden bir farkım yok; sadece iki şey söylemek isterim. O da çok içten ve yanık konuştun. Ciğerimi deldin, ne diyeyim?

Hayatımda uygulamaya çalıştığım en önemli iki şey var:

Bir; şükretmeye çalışıyorum. Her şeye… Çünkü kuluz. Yaratıldı isek, mutlaka bir imtihanın muhatabıyız. Ve bu asla kul için değişmeyen bir gerçek. Ne gelirse O’ndan gelir, rızâ gösterebilir de o imtihanları bir misafir gibi karşılayabilirsek ne mutlu…

İki; yapmaktan mutluluk duyduğum şey: Gizli gizli hayır hasenat yapmak veya yardımda bulunmak. Bir ihtiyaca şahit olduysam; gücüm yetiyorsa maddî olarak, yetmiyorsa ihtiyaç sahibi için gıyâbında duâ ederek yardımda bulunmaya çalışıyorum. Sevdiklerimin ardınca gizli gizli duâ ediyorum. Ve bir süre sonra o ihtiyacın veya sıkıntının hayırlısıyla bir neticeye ulaştığını görmek bana çok huzur veriyor.

–Peki, sonu hep mutlulukla mı bitiyor?

–Elbette öyle değil. Bazen ilk başta çok üzüldüğüm veya hikmetini kavrayamadığım şeyler oluyor. Ama devamında ve neticeye bakıldığında hep şunu söylemekten kendimi alamıyorum:

“Yâ Rabbi! Sen ne kadar güzelsin ve kulların için ne kadar güzel bir kader yazmışsın! Meğer Sen, bu imtihanların içine ne incelikler sığdırmışsın da biz fark edememişiz. Sana kul olmak ne güzel…”

–Aynen öyle değil mi? Hatırlar mısın? Ali Hoca bir sohbetinde anlatmıştı: “Mahşer günü Allah Teâlâ sâlih kullarına sırr-ı kaderi açacak ve gösterecekmiş. O sâlih kullar da; «Yâ Rabbî! Sen ne güzel bir kader yazmışsın!» diyeceklermiş.”

–Evet, işte ben onu hiç unutmamaya çalıştım. Biraz huzuruma şahit oldu isen kardeşim sırrı işte bu iki şeydir…

–Allah râzı olsun kardeşim. İyi ki beni davet etmişsin. Çok iyi geldi. Meğer ne çok ihtiyacım varmış.

–O zaman buyur terâvih namazına!..

–Elbette kardeşim. Haydi Bismillâh!..