ESAS BAYRAM SON NEFES BAYRAMIDIR

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Sâlih bir müezzin vardı.

Öğle namazında vazifesini yapmıştı. Huzur içinde bir Allah dostunun sohbetine gidiyordu. Yolda kendisine yeşil ışık yanınca; «Bismillâh!» deyip caddenin karşısına doğru adım attı. Tam yolun yarısındayken kırmızı ışık ihlâli yapan süratli bir araba ona şiddetle çarptı. Bu çarpış, onu havaya fırlattı. Yere düşerken herkes tek bir ses duydu ondan:

–Sana geliyorum, Rabbim!

Son cümlesi bu oldu.

Normalde ecelle çok sancılı bir şekilde karşı karşıya gelen kimselerin eyvahlar dolu üzüntü ve kahırla feryat edeceği ağır bir tabloda o, sanki sevinç ve huzur içinde coşmuştu:

–Sana geliyorum, Rabbim!

Ne güzel bir yolculuk!

Misaller çok:

Ağır bir hastalığın hidâyet ve teslîmiyete büründüren ahlâkı üzere âhirete adım atan bir kızcağızın kelime-i şahâdetle birlikte ardındakilere söylediği şu cümle de, ne kadar mânidar:

–Doktoruma söyleyin; Azrâil, onun bana anlattığından daha güzelmiş!

Gazâlî Hazretleri anlatıyor:

Erenlerden sâdık bir zât vardı. Bir akşam, kendisine birtakım şahıslar geldi ve komşu mahallede hayırlı bir cemiyetleri olduğunu haber verip onu davet ettiler. O da icâbet etti. Beraber çıktılar, bahsedilen mahalleye vardılar. Mübârek şahıs, şaşkınlaştı. Oturduğu semtte böyle bir mahallenin varlığından hiç haberdar olmamıştı. Çağrılan hâneye girdiler, orası da bambaşka idi. O evdeki misafirler de kezâ. Tarifsiz bir huzur ile gerekli vazifeler icrâ edildikten sonra malûm zât, kendisini buraya getirenlere dedi ki:

–Hayli geç oldu; evden merak ederler, ben artık müsaade alsam…

Onlar, tatlı tatlı tebessüm ettiler:

–Efendim, oraya geri dönemezsiniz. Çünkü siz, artık dünyanızı değiştirdiniz.

–Nasıl yani, ben şimdi öldüm mü?

–Evet lâkin bu hâl, sizin için fânî bir âlemden ebedî bir iklime çok güzel ve müstesnâ bir hicretten ibaret oldu.

Hakikaten;

Ey fasıl âlemi dünyâ, ne büyükler geldi,
Baktılar her şeye lâ, döndüler illâ dediler. (Seyrî)

Onlar;

Âdeta cenneti seyrederek huzûra göçtüler. Onlar, ebedî âleme şevkle kanatlandılar.

Çünkü Peygamberler Sultanı Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yegâne bir aşk ve iştiyak içinde;

«–Ey Allâh’ım refîk-ı âlâ! Beni en yüce dosta kavuştur yâ Rabbî!» diye yalvarmış ve ümmetine bu minvalde örnek olmuştu.

Bu itibarla;

Peygamber Efendimiz’in yolunu aşk ve sebât ile takip edenlerin hayat defterlerinde son sayfalarının son cümlesi veya cümleleri, daima muhteşem ve müstesnâ oldu. Çünkü onlar idrâk ettiler ki:

Cenâb-ı Hak, kullarının cennete gitmesini istiyor. Öyle istiyor ki, gitmeyenlere cehennem gibi bir dehşetli âkıbeti gösteriyor. Eğer cennetten bîhaber kalanlar oraya gitmekten gafil olurlarsa, cehennemi görsünler de cennete mecbur olduklarını anlayarak doğru karar versinler diye.

Onlar idrâk ettiler ki:

Defter belli, yazılması gerekenler belli. Gerekenlerin dışında heveslerine kapılarak başka başka şeyler yazanlar, maalesef cennetten başka bir yere, yani ateşin ortasına düşmektedir.

Onlar gördüler ki;

Bu hayat, birine beşik diğerine tabut denilen iki kundak arasında fânî bir koridor… Uyandılar… Sadece bâkî olana râm oldular ve;

«–Hayat nedir?» suâlinin yegâne cevabını, mezarlıkların sessiz ve rutubetli taşlarından okudular.

Onlar fark ettiler ki:

Fânî hayat çarşısının en asil giysisi olan kefen, bütün fânî alışverişlerin ve ihtirasların iptal noktasıdır.

Onlar anladılar ki;

Bu gurbet yolculuğunda en büyük miras, yetişmiş nesillerdir.

Çünkü onlar;

Beşikten mezara yüce bir irfan ile doldular ve ellerindeki ömür defterini ancak;

«–Allah!» dediler, yazdılar.

«–Âmennâ!» dediler, yazdılar.

«–Lebbeyk!» dediler, yazdılar.

Yerde ve gökte adlarını ârifler ve sâdıklar listesine yazdırdılar.

Çünkü onlar, o defteri;

«–Hû!» dediler, yazdılar.

«–Hay!» dediler, yazdılar.

«‒Can fedâ!» dediler, yazdılar.

Namlarını; ancak ihlâs ve takvâ ile yoğrulmuş, yalnız Hakk’a kurban olmuş sâlihler, âşıklar ve şehidler kervanına yazdırdılar.

Çünkü onlar; ömrün imtihan yollarında nice darlık, çile, zahmet, ıstırap ve musîbet kıskacında kalsalar da daima en güzel sabır ve en yüce sebât ile hareket ettiler ve o defteri;

«–Hasbünallah!» dediler, yazdılar.

Çünkü onlar her nefes; «Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz!..» (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663) gerçeği etrafında en doğru hidâyet ve istikamet üzere oldular da o defteri;

«–Hak din İslâm!» dediler, yazdılar.

«–Kitâbımız Kur’ân-ı Azîmüşşân!» dediler, yazdılar.

«–Nebîmiz Muhammed Mustafâ j!» dediler yazdılar.

Onlar o defteri;

«–Sübhânallah!» dediler, yazdılar.

«–Elhamdülillâh!» dediler, yazdılar.

«–Allâhu ekber!» dediler, yazdılar.

Gece-gündüz her hayra;

«–Bismillâh!» dediler, yazdılar.

Böylece dünyada ve âhirette kendilerini cennetlik olarak yazdırdılar.

Çünkü onlar;

Omuzlarındaki hayat defterinin son sayfasını, son cümle olarak cân u gönülden çekilen bir kelime-i şahâdet ile mühürlediler ve sadece;

«–Ne güzel kul!» diye yazdırdılar.

Dolayısıyla;

Onlar için dünyanın bitişi ebedî bir başlangıç oldu.

Çünkü onlar;

Ecel gelince ölmediler, âdeta doğdular.

Çünkü onlar;

Kaybetmediler, yedi kat göklerde kazandılar.

Çünkü onlar;

Bedenleri itibarıyla solsalar da ruhları itibarıyla hiç solmadılar, yeşerdikçe yeşerdiler.

Çünkü onlar fânî cesetlerini belki toprağa gömdüler, lâkin kalbî şahsiyetlerini hiçbir zaman bu çamur devrâna kaptırmadılar ve rûhen bir çukura gömülmediler.

Yani onlar;

Ecel eşiğinde sadece elbise değiştirdiler. Dünyanın yıpranmış elbisesini çıkarıp âhiretin hiç eskimeyen cennet elbisesini giydiler.

Zaten;

En güzel bayram da işte bu değil mi?

Bundan daha güzel bir bayram olabilir mi?

İşte Hazret-i Mevlânâ’nın şeb-i arûs / düğün gecesi dediği son nefes bayramı.

Nasıl ki bayramda eskiler çıkarılır, yeni ve temiz elbiseler giyilir. Son nefeste de böyledir. O an kendileri için bayram olanlar da aynı şekilde bir mazhariyet ile sadece elbise değiştirmiş olurlar. Dünya penceresinden bakanlara göre yaşanılan şey belki ölümdür, fakat âhiret penceresinden bakıldığında ise yaşanılan şey gerçek bir bayramdır… Muhteşem bir bayram…

Unutmamalı ki;

Son nefes, ömür boyu alınıp verilen tüm nefeslerinin özeti. Doğumdan o âna kadar bütün nefesler hangi yönde kullanılmışsa son nefes de o yönde en net hulâsa ve en berrak ayna. Hem yaşanılan hayatı hem de yaşanılacak sonsuzluğun nasıl olacağını seyrettiren bir ayna.

Son nefes;

Gafil gözlere son derece korkunç ve ürkütücü olan meçhul bir geçit, ârif olan özlere ise son derece huzur ve ferahlık veren bir vuslat eşiği.

Bu yüzden;

Son nefes vaktinde kalbi âgâh olanların yüzleri ve gözleri ışıldayıp da içleri de dışları da görülmemiş bir tebessümle dolarken; gaflet erbâbının hâli, iğreti ve asık bir suratla gözleri yuvalarından çıkacak şekilde bir eyvaha mahkûmiyettir.

Lise yıllarımda dersimize gelen tecrübe deryâsı bir hocamız anlatmıştı:

“Gafil ve bedbaht bir komşumuz vardı. Sayılı nefesleri bitmiş, sekerât hâline haline gelmiş. Beni çağırdılar. Bir an tereddüt ettim, çünkü bir zındığa son nefeste yapılacak bir şey yoktu. Fakat ısrarlar üzerine komşuluk çerçevesinde nezâketen de olsa gittim. Baktım; adam simsiyah kesilmiş, boğuluyordu âdeta. Ağzından köpükler çıkıyor, kapana kısılmış bir kuduz gibi çırpınıyordu. Hafif sesle söyledim:

–Amca, eşhedü…

Adam hiç oralı bile olmadı. Tekrar tekrar söyledimse de nâfile. Üstelik kendini sıktı, sıktı, son bir hamleyle bana hışımla patladı:

–Sen ne deyip duruyorsun başımda? Görmüyor musun canımla uğraşıyorum! Kes sesini!

Dondum kaldım. Biraz sonra o da dondu kaldı. Berbat bir şekilde ölüp gitti…”

Demek ki;

Son nefeste zâlimlere bayram yok! Son nefeste âsîlere bayram yok. Son nefeste merhametsizlere, vicdansızlara ve îmansızlara bayram yok! Dünyayı felâkete çevirenlere son nefeste bayram yok! İnsanlığı perişan edenlere son nefeste bayram yok! Ülkeleri harabeye çevirenlere son nefeste bayram yok!

Demek ki;

Son nefes bayramı, sadece mü’minlere. Çölleri gülistana çevirenlere!

Son nefeste bayram, merhametli yüreklere! İnsanlığın kurtuluşu için çırpınanlara!

Çünkü;

Son nefes, ömür boyu kulluğu ve gidişâtı güzel olanlara eşsiz bir bayram.

Lâkin;

Bu işin sırrı makbuliyettir. Çünkü yaşayışımızı oluşturan bütün amelleri; hem güzel hem sâlih hem takvâ ölçüleriyle yapmak bir yana, bilhassa onları yüce huzurda kabul olacak şekilde edâ etmek şarttır. Zira dağlar kadar ameller işleyip de makbuliyet mührüne mazhar olmayanlar, hiç yapmamış gibi olurlar. Bu durumda ihlâsla işlenen ve makbuliyet mührüne mazhar olan azıcık bir amel, dağlar kadar amellerden daha değerlidir.

Onun için her ne yapsak vazgeçilmez şu iki düstur elzemdir:

–Sâlih ve doğru ameller işlemek,

–Kabulü terazisini esas almak.

Malûm;

Namaz çok kıymetli bir ibâdet, fakat edâsı yüce terazide kabul olacak kıvamdaysa güzel.

Bu bakımdan ömür boyu önce, en önce sormalı:

–Neler makbul?

–Nasıl makbul?

Çünkü ancak bunlara göre riâyetler etrafında yaşanan bir ömrün son nefesi bayram.

Ne mutlu o bayrama nâil olanlara!

Yâ Rab,
Nasîb et!
Âmîn!..