GÖNÜL PUSULAMIZ, BİZİ NEREYE SEVK EDİYOR?

Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

Gönül dünyamız; kudretli yaratıcı tarafından çeşitli hislerle tezyin edilmiş, ihsan edilen bu nimetlerle hayatımıza yön vermemize ve denge kurmamıza imkân verilmiş. Gönül dünyamızı süsleyen bu hasletler; bizi biz yapan, hassâsiyetlerimizi belirleyen, kontrol eden ve âdeta iç dünyamızı îmar eden imtihan vesileleri olmuş.

İnsan ömrünün tarifini yapanlar, onun kısa olduğunu ifade etmek için; «bir sevinç bir hüzün» diye tarif etmişler. Bu ifadeden; insan hayatının her dem aynı kararda kalmayacağı, kimi zaman zorluklar karşısında kaybederek hüzünlenmenin, kimi zamanda zorlukları aştıktan sonra kazanmanın getirdiği sevincin, birbirini takip ettiği anlaşılmış.

İnsan hayatında yaşanan her hüzün ardından gelen sevincin, her sevinç de ardından gelen hüznün habercisi olmuştur. Böylelikle insanın belli bir dengede kalması, şımarmaması, mağrur olmaması, her an başına beklemediği şeylerin geleceğini bilmesi, bundan dolayı da hazırlıklı olması sağlanmış.

Bizlere bahşedilen birçok his olmasına rağmen; hayatımızın her ânında yer alan, bir türlü bir araya gelmeyen, birisi gelince ötekinin hemen ayrıldığı bir ikilimiz var. Lâkin bu ikili, ayrılmaz değil birleşmez ikilidir. Bu ikilinin bir tanesi, insanın hoşuna giden bir şey olduğunda duyulan iç ferahlığı, memnuniyet diye tarif edilen sevinç; diğeri de gönülde hissedilen burukluk, arzu edilen bir şeyin elden kaçması veya istenmeyen bir şeyin başa gelmesi yüzünden duyulan tasa, gam, keder olarak tarif edilen üzüntüdür.

Allah Teâlâ kâinatta her şeyi bir denge içerisinde yaratmış ve bu dengenin insanlar tarafından ibret alınmasını istemiştir. Nasıl ki, gece ve gündüz birbirini takip ediyor ve bu takip sayesinde günler, aylar meydana geliyorsa; insan hayatında sevinç ve hüzünler de birbirini belli bir dengeye göre takip etmekte, bu takiple de insanın şahsiyeti, karakteri olgunlaşmakta ve gönül dünyası îmar edilmektedir.

Allah Teâlâ tarafından insana verilen her şeyin bir imtihan vesilesi olması sebebi ile, insana verilen bu hislerin de bir imtihan olduğu bilinmelidir. Bize verilen imkânları hangi amaç için kullanıyorsak, hesabını da ona göre vereceğimizi bilmemiz ve idrâk etmemiz mühim bir meseledir. Dolayısı ile sahip olduğumuz hislerin de, nerede ve nasıl kullanıldığına dikkat etmemiz gerekir. Zira insan; kendine verilen ömür nimetini, nerede ve ne uğurda harcamışsa, mahşer günü amel defterinde önüne o konulacaktır.

O hâlde müslüman, kendisine verilen her imkânın mutlaka bir hesabının olacağını bilerek yaşamak mecburiyetindedir. Büyüklerin; «Helâlde hesap haramda azap vardır.» demeleri boşuna değildir. Bundan dolayıdır ki, sevinmenin de üzülmenin de fıkhını bilmek zorundayız. «Bunların da fıkhı olur mu?» diye sormayın. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri fıkhı tarif ederken;

“İnsanın lehinde ve aleyhinde olanı bilmesi” diye bir ifade kullanmış. Bu tariften hareketle; «İnsanın nelere sevineceği ve nelere üzüleceği, dikkat etmesi gereken hassas bir ölçüdür.» diye düşünüyorum.

Bu ölçü çerçevesinde; insanın sevdiği, gönül verdiği, muhabbet beslediği, gönül dünyasını şekillendiren şeylerle ve kişilerle birlikte üzüntü duyduğu olaylara da hassâsiyetle bakması gerekir.

Şöyle bir iç âlemimize dönüp kendimizi küçük bir muhakemeye tâbî tutsak, aslında bu konuda ne kadar eksiğimiz olduğu görmemiz mümkündür. Zira bazen farkında olmadan; ağlamamız gereken şeylere güldüğümüz, gülmemiz gereken şeylere de ağladığımız gibi birçok örneği görmek mümkündür.

İnsan; kendisini sevindiren, gönül âlemine ferahlık veren işleri iyi tespit etmeli, o işleri yapmaya gayret etmeli ve kendisine verilen sınırlı hayatın her ânını verimli şekilde değerlendirmelidir. Nelere seviniyor, nelere üzülüyoruz? Sahip olduğumuz bu hisleri geçici ve fânî olan dünyalıklar için mi yoksa ebedî yaşayacağımız âhiret hayatı için mi kullanıyoruz; iyi idrâk etmek lâzımdır.

«Âhiret derdi olan bir müslümanı, nelerin sevindirmesi gerekir?» diye bakacak olsak kısaca;

•Seherlerde uyanıp Yaratan’ı ile baş başa kalmak,

•Sabah namazı ile güne başlamak,

•Düzenli olarak Kur’ân-ı Kerim tilâvet etmek,

•Virdini çekmek;

•Fakir fukarâya yardım etmek,

•Gönlü kırık birine el uzatmak, gönül almak, gönüllere girmek,

•İç âlemi kararmış inkâr ve ifsat rüzgârında kaybolan gönüllere bir ışık tutmak, onları karanlıktan aydınlığa çıkarmak;

•İnsana, hayvana, nebatâta ve bütün mahlûkata şefkat ve merhamet göstermek;

•Sahip olduğu îman nimetinin başkalarına da ulaşmasını sağlamak,

•Sâlih ve sâdıklarla bir arada bulunmak… diye saymamız mümkündür.

Bunun yerine dünyanın geçici zevklerine aldanıp; gezmek, tozmak, evler ve arabalar almak, daha fazla mal biriktirmek, beğenilmek, meşhur olmak ve nefsin istediği her şeyi yapmak… müslümana sevinç değil, üzüntü vermesi gereken şeylerdir.

İslâm coğrafyasının her yanında yangınlar devam ederken, onların gözlerinden yaş, gönüllerinden tasa eksik olmazken; hiçbir şey olmamış gibi davranmak, eğlenmek, gününü gün etmek müslümana yakışan bir tavır değildir. Evindeki televizyondan, müslümanların muhatap olduğu eziyetlere; «Ah! Vah!» edip, gönlünde ıstırap hissetmeden keyifle çayını, kahvesini yudumlamak; îmânî noktada bizleri tehlikeye sokacaktır.

Sevinçler de hüzünler de, insan olmamız hasebiyle bizleri olgunlaştıran ve bizi belli yollara sevk eden pusula vazifesi görmektedir. Pusulamız ne kadar hassas ise, yolumuzu ve yönümüzü bulmak o kadar kolaylaşır. O hâlde pusulamızın ayarlarını muhafaza edelim. Zira modern çağın puslu havasında yolumuzu kaybetmek, oldukça kolay olacaktır.

Mevlâ istikametimizi İslâm üzere kılsın ve bu yolda istikrar ile dâim kılsın.