RAMAZAN’DA KULLUĞA ERİŞELİM

Halil KAŞIKÇI

Hamdlerin en samimîsi, en muhabbetlisi, yürekten gelen, burnumuzu sızlatanı dahî, bizi insan olarak yaratan Allah Teâlâ’ya karşı yetersiz ve kifâyetsizdir.

Dünyaya gelen bir insan için en büyük rütbe, kulluk rütbesidir. Yaratanımıza, kendimizi bu dünyadaki hayatımız ve ibâdetimiz ile «kul» olarak kabul ettirebilirsek ne mutlu bize!..

Allah -celle celâlühû- kulunu seviyor, onun için atamız Âdem -aleyhisselâm-’ı cennette yarattı ve cennetine davet ediyor. Bu davetin yanında; insanı yardımsız bırakarak;

“Ben seni yarattım, şu kadar da ömür verdim, sonra da mîzanda hesaba çekeceğim, neticesine de katlanacaksın!” demiyor. Peygamberler gönderiyor, kitaplar gönderiyor, îkaz ediyor, ibret için yaşanmış kıssalarla, hâdiseler karşısındaki takınacağımız doğru tavırları bize öğretiyor. Akıl ve nefis mücadelesi içerisinde, tercihimizin âhiretimize ne kadar yardım edeceğini bildiriyor.

Yüce Yaratıcı bizim için; mübârek kıldığı, ecirlerimizin misli misli artmasına vesile kıldığı, fırsat tanıdığı günler, geceler ve ibâdetler lutfediyor. Cuma günleri, üç aylar bizi Ramazân-ı şerîfe hazırlayan Regāib, Mîrac, Berat kandilleri, bir ömre bedel Kadir Gecesi ve sonunda bayramlar… Teheccüd, duhâ, evvâbin, işrak, şükür, küsuf ve husuf nâfile namazları öğretiyor. Bir de sevabını ancak kendisinin takdir edip vereceği oruç ibâdetiyle; Ramazân-ı şerif…

Bütün bunlar bizim için bir lutf-i ilâhî. Peki bizler bu lutf-i ilâhînin neresindeyiz, ne kadar lâyığız ve ne kadar önemsiyoruz?

Ramazan gelmeden; mide ağrıları, şeker hastalıkları, tansiyon, kolesterol yükselmeleri, stres ve bunalım bahaneleri geliyor. Kimilerimiz; doktor doktor gezip, kendimize uygun bir fetvâ arama telâşı ve gayreti içerisine düşüyoruz. Yani, el âleme şirin gözükmek için bahaneye bakıyor ve sebep üretiyoruz. Allah Teâlâ, bu hâlimizle bize;

“–Gel kulum!” der mi? Hiç düşünmüyoruz.

Tefekkür yok, râbıta yok, samimiyet yok, muhabbet yok… Maalesef tevbeler samimî değil, duâlar dilden kalbe inmiyor…

Nasıl «kulum!» hitâbına muhatap olacağız?

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle bildiriyor:

“Cebrâil bana geldi. Dedi ki:

«–Yâ Muhammed!

➢ İstediğin kadar yaşa, mutlaka öleceksin.

➢ İstediğini sev, mutlaka ayrılacaksın.

➢ İstediğin şeyle amel et, ancak onun karşılığını elde edeceksin.

Sen bil ki mü’minin şerefi geceleri kāim olmasında, izzeti de, insanlardan müstağnî kalmasındadır.” (Hâkim, IV, 360-361/7921)

Yine, Cebrâil -aleyhiselâm-’dan gelen üç duâya; «Âmîn!» diyen Efendimiz’in duâlarından biri;

“Ramazân-ı şerîfe erişip de ona gereken ehemmiyeti, değeri vermeyenlerin burnu sürtülsün!” değil miydi? (Bkz. Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545)

Bunları idrâk eden selef-i sâlihîn; bir yılın altı ayını Ramazân’a erişebilme hasreti ve duâsı ile, Ramazan’dan sonraki altı ayını da ibâdetinin kabulü için yine duâ ve niyaz ile geçirirlermiş. Kendimizi buna göre muhasebe etmemiz gerekmez mi?

Ecdâdımız bu mübârek aydan daha fazla istifade edebilmek için, çok güzel örf ve âdetler geliştirmişlerdi.

Hatırlıyorum da eskiden Ramazan hazırlıkları, iki-üç ay evvelden başlardı. Turşu, reçel, sirke gibi zamana tahammüllü yiyecekler evvelden hazırlanır; yufka, halka kete, katmer gibi yiyecekler de komşular arasındaki yardımlaşma ile ev ev gezerek yapılırdı. Mevsimine göre; kavun, karpuz ve iplere asılı üzümler bodrumda soğuk yerlere saklanırdı. Çünkü o zamanlarda; kış meyvesi kışın, yaz meyvesi yazın yenirdi. Yaz günlerinde; her evde buzdolabı olmadığı için, kamyonlarda kar ve buz satılırdı.

Küçük çocukları, oruca alıştırmak için «tekne orucu» diye öğle vaktine kadar oruç tutturulur ve bunun için mükâfatlandırılırlardı. Yeni oruca başlayan gençler için; gönüllerini hoş edecek ilâve yiyecekler, çerezler hazırlanırdı. Sanki amatör bir ruh, tatlı bir telâş, ibâdetin ve oruç tutmanın verdiği bir rahatlık ve sevinç olurdu. Vakit geçirmek için çocuklar omuzlarda taşınır ve böylelikle onlara bu ayrıcalığın ve sevginin oruç tuttuğu ve Ramazan için olduğu şuuru aşılanırdı.

Büyükler terâvih namazının hatimle kılınacağı camileri birbirine sorarlar, bazen de «hakçı» denen gezici tellâllar cadde ve sokakları gezerek bu camileri duyururlardı.

Ramazan sohbetleri, gezmeleri, iftar ziyafetleri ve Ramazan eğlenceleri her bölgenin âdet, an‘ane ve geleneklerine göre farklı farklı olurdu. Ancak ortak nokta, bu aya verilen müstesnâ değerdi.

Allah Teâlâ’nın böyle bir ayın sonunu da bayram ile taçlandırması, biz kullarına verdiği ayrı bir ikrâmıdır. Bizleri bu ikrâma lâyık eylesin.

Ramazân-ı şerîfin değerini bilen, orucu yalnız midemize değil, gözümüze, kulağımıza, dilimize ve kalbimize tutturmayı muvaffak kılan kullarından eylesin. Sağlık ve sıhhatle nice Ramazanlara ve bayramlara ulaştırsın. Âmîn…