RAMAZAN, BİR GÖNÜL İKLİMİDİR…

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com – seyri@yuzaki.com

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâb-ı kiramdan Kâ‘b İbn-i Ucre’ye şöyle hitâb etti:

“…

–Ey Kâ‘b İbn-i Ucre!

•Namaz, burhandır.

•Oruç, sağlam bir kalkandır.

•Sadaka da, hataları söndürür, tıpkı suyun ateşi söndürdüğü gibi.

–Ey Kâ‘b İbn-i Ucre!

•Haramla biten bir ete mutlaka ateş gerekir.” (Tirmizî, Salât, 433; Nesâî, Bey‘ât, 35, 36)

Öyleyse;

Ebedî kurtuluş için her mü’minin dağarcığında ilâhî bir burhan olan namaz, sağlam bir kalkan olarak oruç, hataları söndürücü olarak sadakalar mutlaka bulunmalıdır.

Bunun en güzel mevsimi;

Elbette Ramazân-ı şeriftir.

Çünkü;

•Merhamet ve rahmet tecellîleriyle,

•Oruç ile, ibâdetlerle,

•İnfak ve sadakalarla,

Ramazân-ı şerif, bir gönül iklimidir.

Bilhassa Hazret-i Kur’ân ile bambaşka bir gönül iklimidir.

Peygamber Efendimiz buyurur:

“Oruçla Kur’ân, kıyâmet gününde kula şefâat edecektir.” (Ahmed, II, 174)

Her ikisi de;

Gönlü en güzel hasletlerle yoğuran hakikatler.

Asıl maksat;

Gönlün takvâ ile ziynetlenmesi, ihlâs ve samimiyetle dolması. Nitekim Cenâb-ı Hak, orucu farz kılışındaki yegâne hikmeti ve hakikati bu çerçevede ifade buyurmakta:

“Ey îmân edenler!

•Oruç,

•Sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi,

•Size de farz kılındı.

Umulur ki;

–Takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara, 183)

Takvâ sahibi olmak…

Bir kulun;

Aklen ve kalben, Allah korkusu, saygısı ve sevgisi içinde ilâhî emir ve yasaklara ihlâsla riâyet etmesi. Hayatı buna göre tanzim edip yaşaması. Sâlih amellere aşk ile gayretkâr olup her türlü kötü amellerden sakınması, korunması ve ancak Allâh’ı râzı etmek için çırpınması.

İşte oruç tutmak;

Bu noktada nefsi terbiye edici ve kalbi de mânevî hususiyetlerle yeşertici olduğundan dolayı Kur’ân-ı Kerim’de takvâ sahibi oluşun nişânesi olarak ifade edilmiştir.

Oruç ile takvâya yöneliş gerçeğini; bazı zarûretler sebebiyle oruç tutamayanlara çareler sunulduktan sonra şu ilâhî tavsiyenin yapılmasında görüyoruz:

“Eğer bilirseniz (güçlüğüne rağmen) oruç tutmanız, sizin için daha hayırlıdır.” (el-Bakara, 184)

Hiç şüphesiz;

Bu hayrın özünde daima rahmet ve merhamet ile yoğrulmak vardır.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Sizler yeryüzündekilere merhamet ediniz ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” (Tirmizî, Birr, 16)

Bu düstur;

Gerçek mâhiyetiyle ancak Ramazân-ı şerifte kazanılacak bir ahlâk-ı hamîde.

Çünkü;

Mazlum ve muhtaçların feryatlarına karşı oruç sayesinde kalbin inceldiği en hakikatli mevsim Ramazân-ı şeriftir. Bilhassa kalplerinin derin sessizlikleri içinde ve en acılı mâtemlerle ağızları kilitlenmiş bir sükût ile;

«–Acıyın bize! Ne olur bize birazcık merhamet!» diye figan edenleri duyabilecek yegâne kulak, ancak oruçlu olan gönüllerin kulağıdır.

Mâlûm;

Hikmet nedir? Söylememek herkese,
Kulak azdır, duyulmayan bir sese… (Seyrî)

Maalesef;

Duyulan seslere bile artık işiten kulakların az olduğu bir devrandayız.

Nice İslâm beldeleri bugün birer mâtem ülkesi.

Bugün;

Filistin’de, Gazze’de, Suriye’de, Yemen’de ve daha nice müslüman memleketlerde yıllardır patlayan bombaların enkazları içinde iftar etmeye çalışan mazlum yüreklere, muhtaç yetimlere, vîrâne annelere ve yavrulara, perişan babalara ve dedelere bir rahmet filizi göndermek hususunda gönüller ne âlemde?

Herkes bilir ki;

Mâtemleri göğüslemek zordur. Çünkü gerek mahrumların ürkütücü sefâletleri, gerekse onların âdeta çöpe atılacak bir eşyadan daha değersiz hâle düşmüş olmaları, yapılması gerekenler itibarıyla insan nefsini hiç cezbetmez. Buna bir de onları bu hâllere düşüren zâlimlerin öfkeli engelleri ve çengelleri eklenince hakikaten mazlumlara ve onların mâtemlerine karşı duyarlı olabilmek, başlı başına bir kahramanlık gerektirir. Kâh nefse, kâh şeytana, kâh onların zulüm makinelerine karşı kahramanlık. İnsâniyet ve merhamet nâmına.

Belki de;

En büyük şecaat budur. Her şeye rağmen mâtemleri göğüsleyebilmek. Kanayan yaraları sarabilmek. Merhametle çarpan bir yürek sahibi olabilmek. İşte orucun kazandıracağı gerçek bir fazîlet.

İşte peygamber ahlâkı!

Bu ahlâk sayesinde insan, ârifler halkasına dâhil olur.

Hangi şartta olursa olsun;

“–Şunların berbat hâline midem kabarıyor!” demez.

“–Ben zaten üzerime düşeni yapıyorum, bu kadar yeter!” demez.

“–O da kendini belli etseydi, nereden bileyim ihtiyacını! Ağlamayan bebeğe süt vermezler kardeşim!” demez.

Diyemez. Çünkü âriftir.

Ancak;

Yüce bir irfan ve basîret ile, yani gönül gözüyle bakar. Böylece dışa hiçbir renk vermeyen muhtaçları bile onların mâtem dolu sîmâlarından / çehrelerinden / yüzlerinden tanır. Derhâl ne yapması gerektiğini hemen idrâk ile üzerine düşen vazifeyi deruhte eder. Şu âyeti yaşar âdeta:

“(Yapacağınız hayırlar) kendisini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşmayan fakirler için olsun! Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmâlarından (mâtem dolu çehrelerinden / yüzlerinden) tanırsın. Çünkü onlar, yüzsüzlük edip istemezler…” (el-Bakara, 273)

İşte bu basîret, bu gönül gözü, oruç sayesinde daha bâriz açılır.

Hakikaten;

Oruçlu bir gözle bakanlar, muhtaçlığını hiç fark ettirmeyen sîmâları ve çehreleri de en doğru şekilde okurlar ve onlardaki gizli mâtemleri keşfederek en güzel şekilde derman ve çare olmasını bilirler.

Bu bakımdan oruç;

Âdeta bir röntgen cihazı gibi insana neler gösterir neler. Elbette ki görmek isteyenleredir bu. Görmeyen için ise, her zaman hava hoş. Lâkin unutmamalı ki, en büyük gaflet ve en acı aymazlık, gözü olduğu hâlde görememektir. Zira yüce hakikatlere âmâ yaşayan kimse, kendini de ömrünü de ziyan eder ve sonsuz hayatını kötü bir âkıbetle hüsrana yuvarlar. Sonrası? Azap içinde bomboş eyvahlar!

Dolayısıyla;

Gören bir göz olabilmek için orucu takvâ üzere tutmak elzemdir.

O zaman oruç sayesinde;

•Sadaka vermek duygusu güçlenir.

•Allah için îsâr ve infak bahsinde gönüller daha iştiyaklı olur.

•Merhamet ve acıma hisleri yüksek olur.

•Bol bol hayrat ve hasenat, vazgeçilmez bir ahlâk hâline gelir.

Yani oruç sayesinde;

•Gönlü mâtemlerle dolu mazlum, mağdur ve mahzun kimsesizlerin kimsesi olabilmek, bir şahsiyet-i İslâm olarak gerçekleşir.

•Gariplerin hem gönüllerini, hem de duâlarını alabilmek hususunda mukaddes bir yarış sergilenir.

•Oruçlu kimselere iftar ettirmek, ayrı bir lezzet ve bereket yaşatır.

•Cimrilik ve israftan kurtuluş tahakkuk eder.

Elbette; bu güzel hasletler de insanı, mahşer gününde güneşin beyinleri kavurucu müthiş harareti karşısında Rahmânî gölgeliklere mazhar eyler. Nihayet ebedî rahmet vesilesiyle Firdevs-i Âlâ’ya kavuşturur.

Hep merhamet-i ilâhî.

Zaten Ramazân-ı şerif, baştan sonra bir merhamet tecellîsidir.

Hadîs-i kudsîde buyurulur:

“Oruç Benim içindir, mükâfatını da Ben vereceğim!” (Buhârî, Savm, 9; Müslim, Sıyâm, 163)

Demek ki;

Açlık, merhameti daha derinden harekete geçiren bir hakikat.

Bu demektir ki:

“–Ey kullarım! Sizler de, açlara karşı benim gibi merhametli olun ki, sonsuz merhametime nâil olabilesiniz. Sizler de aç kalmışlara karşı özel iyiliklerde bulunun ki, katımda husûsî mükâfatlara mazhar olabilesiniz.”

Gerçekten de;

Merkezinde açlık olan oruç etrafında ayrı bir merhamet rüzgârı göze çarpar. Hadîs-i şeriflerde bu merhamet ve müjdeler iç içedir:

“Kim Allah Teâlâ yolunda bir gün oruç tutsa, Allah onunla ateş arasına, genişliği semâ ile arz arasını tutan bir hendek kılar.” (Tirmizî, Cihâd, 3)

Ne güzel merhamet ve müjde:

“Allah rızâsı için bir gün oruç tutan kimseyi Allah Teâlâ, bu bir günlük oruç sebebiyle cehennem ateşinden yetmiş yıl uzak tutar.” (Buhârî, Cihâd, 36; Müslim, Sıyâm, 167-168. Ayrıca bkz. Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd, 3; Nesâî, Sıyâm, 44, 45; İbn-i Mâce, Sıyâm, 34, Fiten, 13)

Engin bir merhamet ve müjde:

“Kim, fazîletine inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî, Îmân, 28, Savm, 6; Müslim, Sıyâm, 203, Müsâfirîn, 175. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Ramazan, 1; Savm, 57; Tirmizî, Savm, 1, Cennet, 4; Nesâî, Sıyâm, 39; İbn-i Mâce, İkāmet, 173, Sıyâm, 2, 33)

Müstesnâ bir merhamet ve müjde:

“Ramazan ayı girdiğinde cennet kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar bağlanır.” (Buhârî, Savm, 5, Bed’u’l-halk, 11; Müslim, Sıyâm, 1, 2, 4, 5)

Diğer taraftan;

Kadir Gecesi de, muazzam bir rahmet-i ilâhîdir. Bu mübârek gece de, yüce Allâh’ın biz kullarına ne kadar merhametli olduğunun yüce bir alâmetidir. Cenâb-ı Hak buyurur:

“Biz onu;

•(Kur’ân’ı) Kadir Gecesi’nde indirdik.

•Kadir Gecesi’nin ne olduğunu sen bilir misin?

•Kadir Gecesi, bin aydan hayırlıdır.

–O gecede;

–Rablerinin izniyle melekler ve Ruh (Cebrâil), her iş için iner dururlar.

–O gece, selâmetle doludur. Tâ fecrin doğuşuna kadar.” (el-Kadr, 1-5)

İşte rahmetin yücesi!

İşte merhametin zirvesi!

Bir geceye 83 küsur yıllık mükâfat! Kaç ömürden daha uzun ve sırf hayrdan ibaret.

Selâmetle dolu bir gece.

Bütün bunlar da gösteriyor ki, İslâm; daima merhameti esas almakta. Gönüllerde merhameti diriltmeye çalışmakta. Merhameti her zaman gündemde tutmakta. Besmelemizde de «Rahman ve Rahîm olan Allah» ifadesi özellikle geçiyor. Kur’ân’ın ilk sûresinin başında da aynı merhamet vurgusu var.

Merhamet…

Tabiî ki ince bir ayar ve denge içinde… Şartı, usûlü ve terazisi çerçevesinde.

Yani;

Tevbekâra merhamet var. Amel-i sâlihler etrafında güzelce gayret edene merhamet var. Zulmün cirit attığı en gaddar mevsimlerde de merhamet iklimine koşana merhamet var.

Fakat;

Kul hakkı yiyenlere göklerden herhangi bir merhamet yok. Çoluk-çocuk, genç-ihtiyar demeden katliâm yapanlara semâlarda merhamet yok. Firavunluğa merhamet yok. Nemrutluğa merhamet yok.

Hâsılı;

Ebedî merhamete nâil olmak için erhamu’r-râhimîn olan Allâh’ın ahlâkına bürünmek gerek. O’nun emirlerine ve yasaklarına riâyet gerek. O’nun yüce kitabına ve yüce Rasûlü’ne îman ve aşk ile sarılmak gerek.

Kısacası;

Ramazân-ı şerîfin gönül iklimine girmek gerek.

Yâ Rab!

Nasîb et!

Âmîn…