ŞİİR ve EDEBÎ SANATLAR

Prof. Dr. Harun ÖĞMÜŞ harunogmus@gmail.com

Şeyhu’l-belâga (belâgatin üstâdı) lakabıyla anılan büyük teorisyen Abdülkāhir el-Cürcânî, Delâilü’l-İ‘câz (Kur’ân’ın eşsizliğinin delilleri) adlı eserinde mânâyı ikiye ayırır:

Mânâ ve mânânın mânâsı (ma‘ne’l-ma‘nâ).

Mânâ sözün zâhirinden anlaşılan cümlenin bilinen literal mânâsıdır.

Mânânın mânâsı ise literal mânânın düşünülmesi sayesinde intikal edilen daha ötedeki bir mânâdır.1 Meselâ;

Sen kim gelesin meclise bir yer mi bulunmaz
Bâş üzre yerin var. (Nedim)

mısralarında bir kişinin gerçekten başın üzerine konulması hiç tasavvur edilmez bir mânâ değilse de burada asıl kastedilenin o kişiye verilen değerin yüceliği olduğu âşikârdır. Şeyh’in teşbihiyle literal mânâ gelinin üstündeki elbise ve süs ise, onun ötesindeki mânâ gelinin kendisi gibidir. Çünkü asıl kastedilen odur. Teşbih, temsil, mecaz, istiâre, kinâye vb. yollarla elde edilen mânâlar hep bu ikinci kabildendir. Geçen sayımızda bahsini ettiğimiz söz dizimi (nazm), yani cümlenin öğelerinin sıralanışı ve cümle içinde onlara yüklenen fonksiyonların değiştirilmesiyle elde edilen grametik anlamlar (meâni’n-nahv) bir tarafa bırakılırsa bir maksadı ifade ederken farklı mânâlar, ancak zikri geçen bu yollara girmekle yakalanabilir.2

Şeyh’in fikirlerinden derlediğimiz bu malûmat, edebî sanatların kelâma kattığı güzellik ve değeri göstermektedir. Bir misal verelim:

Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek,
Bizim diyârımız da bin bir bahârı saklar!
Kolumuzdan tutarak sen istersen bizi çek,
İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar…

Sen raksına dalarken için titrer derinden,
Çiçekli bir sahnede bir beyaz kelebeğin,
Bizim de kalbimizi kımıldatır yerinden;
Toprağa diz vuruşu dağ gibi bir zeybeğin.
(Faruk Nâfiz)

Şair «çiçek» kelimesini kullanmakla birlikte, süslü yapraklarıyla albenisi olan malûm bitkileri kastetmiyor. Nitekim «bahçe» kelimesiyle ağaç ve bitkilerin bulunduğu yeri, «bahar» kelimesiyle de tabiatın yeşerip açtığı mevsimi kastetmiyor. Sözün siyâkından ve şiirin bütününden anlıyoruz ki, bunların hepsi başka anlamlar için ödünç alınmış kelimelerdir (istiâre). «Bahçe»ye -en geniş anlamıyla- bir «medeniyet havzası» mânâsı yüklenmiş, «çiçek» ve «bahar» ise onun ihtivâ ettiği bir unsuru ifade etmek üzere kullanılmıştır. Kezâ ikinci dörtlükteki «kelebek» kelimesi de sözlük mânâsı itibarıyla vücuduna nisbetle geniş kanatları olan küçük, sevimli mahlûk demek olsa da «raks» ve «zeybek» kelimelerinin delâletiyle «balerin» anlamında kullanılmıştır. Bu kelimelere; bilinen sözlük mânâlarının ötesinde anlamlar yüklenmesi, -yukarıda Şeyh’ten aktardığımız üzere- edebî sanatlar yoluyla, -verdiğimiz örnekler çerçevesinde düşünürsek- istiâre yoluyla olmuştur. Medeniyet havzasıyla bahçe ve onun içinde barındırdıklarının, balerin ile kelebeğin eşleştirilmesi ve aralarında kurulan bağ, hayale bir genişlik vermiş, anlatımı güçlendirmiştir.

Demek ki, edebî sanatlar söze bir derinlik getirmekte ve onda bir tesir oluşturmaktadır. Ancak edebiyat ve şiirin bütün sırrını bunlarda görmek gafletine düşmemek gerekir. Bunlar güzeldir; fakat yerinde, miktarınca ve en mühimmi de sözü söyleyenin samimiyetiyle hâl-hamur olup bütünleşmiş şekilde olursa güzeldir. Sanatkâr odur ki, sanatını sanat olduğunu hissettirmeden tabiî bir hüviyet içinde sunar. Göstere göstere yapılan sanat, söylenen sözle kaynaşmadan iğreti hâlde kalır ve tasannû kokar. Böylesi sözler; giyim-kuşamında mübâlâğa edip onları çok öne çıkardığı için, kendisi geri plânda kalmış kişilerin acınacak durumuna benzer. Zoraki edebî sanatlarla süslenmiş sözler söylemektense, ondan mahrum olan içtenlikle söylenmiş sözler daha makbuldür.

O hâlde, edebî sanatlarla süslenmiş olması bir sözü tek başına şiir yapamaz. Nitekim -daha önceki sayılarda belirttiğimiz üzere- vezin, kafiye vb. şekil özellikleri de bir sözün şiir olması için kendi başına kâfî gelmez. Bir sözü şiir yapan temel unsur, bunlar gibi müşahhas olarak tespit edilebilen ve bilgiye konu olan hususların ötesindedir. O unsur, Şeyh Abdülkāhir’in takipçilerinden Sekkâkî vb. bazı âlimlerin, Kur’ân’ın i‘câzının tespiti için tavsiye ettikleri «edebî zevk» kriteri gibi mücessem ifadelerle tam olarak tayin edilemeyen esrarengiz bir şeydir. Lafızla mânânın birbirine uyum göstererek -belâgatin bir tarifinde geçtiği üzere- kalbe yarışırcasına akması, kelimelerin telâffuzunun kolay ve âhenkli oluşu, işlenen temanın bütünlüğü, sözün akıcı ve anlatımın sürükleyici oluşu gibi bazı hissedilir özellikler, o esrar perdesini elbette hatırı sayılır derecede aralar. Ancak yine de bu konuda nihâî ölçü, edebî zevki tekâmül etmiş kişilerin verecekleri hükümdür.

______________________________
1 Abdülkāhir, Delâilü’l-İ‘câz, nşr. Mahmûd Muhammed Şâkir, 3. Baskı, Kahire: Matbaatu’l-Medenî, 1992, s. 263.
2 Abdülkāhir, Delâilü’l-İ‘câz, s. 263, 265.