FETİH SANCAKLARI CESARETLE DALGALANIR

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

İnsan mizâcı, atılgan ve durgun olmak üzere başlıca iki ana hususiyeti hâizdir. İnsan olmak dolayısıyla; ondan beklenen faaliyetler, eserler ve mahsûller de bu hususiyetleri çerçevesinde teşekkül eder. Müktesebâtı ne kadar derin de olsa; takıntılarla, vehimlerle mâlûl, çekingen tabiatlı bir ferdin ortaya koyduğu neticeler, şüphesiz bu muhtevâ seviyesinde çıkmayacaktır. Hâlbuki, güzel işler yapma azmiyle dolu, girişken tabiatlı fertler; husûle getirdikleri eserlerle, içtimâî hayata damga vururlar, hoş bir sedâ bırakırlar. «Kendini aşmak, kabına sığmamak…» gibi tabirlerle vasfedilen bu hâlet-i rûhiye, fertlere şartların gerektirdiği mahareti de kazandıracaktır.

Bir meselenin tamamına erdirilmesinde her ne kadar «cesaret» mefhumu, esas unsur ise de; bu tek başına kâfî gelmez. İşin ehli odur ki; üstlendiği vazifeyi hakkıyla neticeye ulaştırmak için îcap eden tedbirleri alır, gerekli istişârelerde bulunur, bütün gücüyle başarabilmek için cesaretle uğraşır… hayırlı semereyi almak için de tevekkül eder. Artık bundan sonra; “Vâkî olanda hayır vardır…”

Her basamaktaki hususlar birbirlerini tamamlayıcı mâhiyette olup, birisinin eksikliği veya maslahata uygun olmaması hâlinde, diğerleri de yetersiz kalır; şartlara göre, hayırlı netice, beklenen verimlilikte elde edilemeyeceği gibi, tamamen menfî şekillerde de tezâhür edebilir.

Bir işin başarılmasında; o işe inanmak, kendisini ona hazırlamak, tâlimat ve kaidelere uygun hareket etmek, cesaretle başlanan işi muvaffakiyetle neticelendirir. İnsan, «elest bezmi»nde verdiği söz çerçevesinde; Allah Teâlâ ve Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şahididir ki; İslâm’ın ilk şartı olan «kelime-i şahâdet» de bunun tescili mâhiyetindedir. İnsan; Allah Teâlâ’nın yeryüzündeki halîfesi hükmündedir. (el-Bakara, 30) Bu cümleden olarak, kendisine tevdî buyurulan yüce dâvâ mûcibince; «eşref-i mahlûkat» olan insana lâyık olacak şekilde, dünyaya adâlet ve huzuru hâkim kılmakla mükelleftir. Bu; yaratılış hikmetine binâen, her insana terettüp eden aslî bir vazifedir. Buna uymamak; emânete riâyet etmemek, isyankâr olmak demektir.

Hak bir dâvânın sürdürülmesi mevzuunda takip edilecek en tesirli yol, peygamberân-ı izâm -aleyhimüsselâm- hazerâtının tebliğ usûlüdür. Bu hususta herkes için, bütün teferruatıyla bilinen «en güzel örnek» de, Hâtemü’l-Enbiyâ Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek hayatıdır. İstirahat hâlinde iken vahyedilen;

“Kalk ve uyar!” (el-Müddessir, 2) tâlimâtıyla başlayan tebliğ vazifesi, kâ‘bına varılamaz bir azimle, mübârek hâli ve kāliyle bir bütün olarak, son nefese kadar kesintisiz olarak devam etmiştir.
Âlemlere Rahmet, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in emsalsiz teslîmiyet, sadâkat ve îman kuvveti çerçevesinde sürdürdüğü, «İlâhî Kelâm»ın tebliği ile, câhiliyye cemiyeti zulümâttan nûra kanatlanıp, kıyâmete kadar örnek teşkil edecek «asr-ı saâdet» cemiyetine ulaşmıştır. Bu öyle sarsılmaz bir îmandır ki; «müşriklerin, dâvâsından vazgeçme karşılığında her istediğini vermeye hazır olduklarını» söyleyen amcası Ebû Tâlib’e verdiği şu cevap, bunun muhteşem bir delilidir:

“Amca! Vallâhi; Allâh’ın dînini tebliğden vazgeçmem için, güneşi sağ elime, ayı da sol elime koyacak olsalar, ben yine de bu dâvâdan vazgeçmem. Ya yüce Allah onu bütün cihana yayar, vazifem tamam olur yahut da bu yolda ölür giderim!” (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, II, 64)

Şecaat timsâli Hazret-i Ali -kerremallâhu vechehû-;

«Harp sahasında bazı zamanlarda, kendilerinin Allah Rasûlü’nün arkasına sığındıklarını» belirterek; Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu emsalsiz cesaretine işaret buyurur.

Kur’ân-ı Kerim’de, selâmete çıkmanın yolu olarak;

“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104) buyurulur. İnsanları îkaz etmek ise; mes’ûliyet hissetmek kadar, cesaret de gerektiren bir hâdisedir.

Bedîüzzaman -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri;

“Hakk’ın hatırı âlîdir; hiç bir hatıra fedâ edilemez.” der. Hakikatin beyanında, ilâhî ölçü dışında hiç bir âmil esas alınamaz. Bu cümleden olarak, hadîs-i şerifte şöyle buyurulur:

“Sizden her kim bir kötülük görürse, onu eliyle düzeltsin; gücü yetmezse diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse, kalbiyle buğzetsin ki bu îmânın en zayıf hâlidir.” (Müslim, Îmân, 78)

Tarih; bir insan olarak, taşıdığı mükellefiyeti cesaretle yerine getirme gayesindeki şahsiyetlerin dâsitânî gayretleriyle doludur. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den sonraki devirlerde selef-i sâlihîn hazerâtı ve onların takipçileri; O’nun mukaddes dâvâsına sahip çıkıp kendilerini rahmet iklimini kıtalara yaymaya, fetih sancaklarını dalgalandırmaya adamışlardır. Hulefâ-i Râşidîn hazerâtı, Hâlid bin Velidler, Salâhaddin Eyyûbîler, Alparslanlar, Kılıçarslanlar, Fatihler, Yavuzlar… bu mukaddes dâvânın temsilcileri olarak gönüllerde yaşıyorlar.

Ancak tarih; yüksek meziyetlere dayanmayan, hayalperestlikten öteye gitmeyen kör bir cesaretin, milletleri ne bâdirelere sürüklediğine de şahittir. Şanlı medeniyetimizin son halkası olan Osmanlı’nın, «İttihat ve Terakkî» cuntası elinde, kaybedilenleri yeniden geri almak fikriyle sokulduğu macera, buna en bâriz bir misaldir. Bu şekilde, zengin tarihî müktesebâtımızdan tamamen kopuk bir askerî harekât, sadece bizim değil, koca bir İslâm coğrafyasının da hüsrana uğramasıyla neticelenmiştir.

İstiklâl şairimiz Mehmed Âkif, insanın bahis mevzuu mükellefiyetiyle alâkalı hissiyâtını şöyle dile getiriyor:

Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
«Adam aldırma da geç git!» diyemem, aldırırım,
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!

«Modern câhiliyye» olarak da vasfedilen zamanımızda, sömürgecilerin hükümfermâ oldukları dünyamız, kan ve ateşler içinde kıvranıyor. Haçlı kini ile âdeta geçmişin intikamını alma gayretindeki bu zâlimlerin kabullerine göre; dünyanın bütün serveti onların hakkı ve kendileri dışındaki insanlar hiç bir hak ve hürriyete lâyık değiller. İdarecilerinin çoğu, bu düzenin kurucuları tarafından tayin edilmiş diktatörler olan mazlumlar coğrafyası; «nemelâzımcılık» afyonu ile uyuşmuş, rehâvete kapılmış, kendi hakkını istemekten, aramaktan âciz vaziyette.

Tarihe altın sayfalarla geçen şanlı medeniyetimizin mâzîsi, bütün rahmet tecellîleriyle ortada. Kur’ân-ı Kerim’de;

“Ey îmân edenler! Eğer siz Allâh’a (Allâh’ın dînine) yardım ederseniz, O da size yardım eder; ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7) buyurulur. İslâm âleminin hem selâmete çıkması, hem de mazlumlar âlemine ümit olabilmesi için, üzerine serpilmiş ölü toprağından silkelenmesi gerekiyor. Yeniden diriliş ve fetih sancaklarının dalgalanması, ancak nebevî hasletlerin muhassalası olan bu cesaretle mümkün olacaktır.