KUR’ÂN YUVALARI

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

İnsanoğlunun bu dünyada türlü türlü hâllerden geçip, bin bir imtihanlara uğramasının tek bir gaye ve neticesi vardır; âhirette Allâh’ın rızâsını kazanmış bir kul olmak. Bütün bu emeğin boşa gitmemesi için ise tutunacağımız iki rehberden biri Kur’ân-ı Kerim; diğeri Kur’ân’ı bize tebliğ, tebyîn ve tatbik eden, yaşayan bir Kur’ân-ı Kerim olan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir.

İnsanın son nefeste îmân üzere rûhunu teslim etmesi, Allah Teâlâ’nın rahmet ve inâyetiyledir. Ama hem rahmete müstahak olması, hem de cennete girdikten sonra nâil olacağı derece ise Kur’ân-ı Kerim’den aldığı nasip ile alâkalıdır.

Abdullah İbn-i Amr İbn-i Âs -radıyallâhu anhümâ-’dan rivâyet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“Her zaman Kur’ân okuyan kimseye şöyle denecektir:

«Oku ve yüksel, dünyada tertîl ile okuduğun gibi burada da tertîl ile oku. Şüphesiz senin merteben, okuduğun âyetin son noktasındadır.»” (Ebû Dâvûd, Vitr, 20)

Elbette Kur’ân-ı Kerîm’i okumaktan kastedilen; ömrünün sonuna kadar ona hürmet, muhabbet ve sadâkatle bağlı olarak, içindeki mânâyı hayatına rehber kılarak okumaktır. Hattâ Kur’ân-ı Kerîm’i ezberleyip devamlı okuyan ve mânâsına teslîmiyetle îmân eden hâfızların yakınlarına şefaatte bulunma derecesine nâil olacakları müjdelenmiştir. (Tirmizî, Sevâbü’l-Kur’ân, 13)

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; ashâb-ı kirâmı, Kur’ân-ı Kerim eğitimi ve terbiyesi ile yetiştirmiştir. Peygamberimiz -aleyhissalâtü vesselâm- hayatı boyunca Kur’ân-ı Kerîm öğretmekle meşgul olmuştur. O; Mekke’de insanları gizlice davet ederken, Dâru’l-Erkam’da ashâbına Kur’ân okumayı öğretir ve onu yazdırırdı. Ashâbı da yazdıkları âyetleri diğer müslümanlara götürüp okurlardı. Böylece evler birer Kur’ân mektebi olmuştu. Hattâ Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da kız kardeşinin evinde Kur’ân okunuşunu dinleyerek İslâm’a girmişti.

Hicretten önce Dâru’l-Erkam’da kurulan ilim halkası, hicretten sonra Mescid-i Nebevî’nin inşa edilmesiyle burada ve bitişiğindeki suffada devam etmiştir.

Ubâde bin Sâmit -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edilmiştir:

“Birisi (Medine’ye) hicret ettiğinde; Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Kur’ân öğretmemiz için onu biz sahâbelerden birine teslim ederdi. Rasûlullâh’ın mescidinde devamlı Kur’ân tilâvet olunduğu için uğultu olurdu. Bu yüzden birbirlerini şaşırtmamaları için Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm- Kur’ân’ı yavaş sesle okumalarını buyurdu.” (Müsned-i Ahmed, c. 5, s. 324)

Bu hadîs-i şerîfin gözümüzün önünde canlandırdığı manzara, bugün medrese ve Kur’ân kurslarımızda devam eden manzaradır. Kur’ân tedrisâtı yapılan bu müesseseler, hem çocuk ve gençlerimizi şu zamanın musîbetlerinden muhafaza eden bir sığınaktır hem de onları geleceğe yön veren kadrolar olarak yetiştiren nâdir eğitim yuvalarıdır.

Evet; aslında geleceği asıl etkileyecek olan şahsiyetler, küçük yaştan itibaren Kur’ân-ı Kerim ile yoğrulmuş gençlerimizdir. Zannedilenin aksine, insanlar ne matematik eğitimiyle ne de fennî ilimlerle dünyaya yön veremez. Çünkü teknik becerileri üretmeye yarayan bu bilgiler araçtır; onu kullanacak olanın gayesine hizmet eder. Herhangi bir gayesi olmayanlar ise başkalarının gayelerine âlet olurlar. Ama Kur’ân-ı Kerim; bize -insana- yaratılış gayemizi bildirerek, diğer bütün ilimleri niçin ve nasıl kullanacağımız konusunda yol gösterir.

Bugün teknik bilgiler; güçlülerin gücünü pekiştirmek, azgınları daha da azdırmak, kibir, şımarıklık ve israf maksatlarına âlet edilmektedir. Aklı başında insanlar; bugünkü düzenin sürdürülebilir olmadığını, kaynakların böyle tüketilmesi hâlinde dünyanın yaşanamaz hâle geleceğini söylemekte ama bir alternatif de üretememektedir. Çünkü mâneviyattan nasipsiz insanlar, maddiyat bağımlılığıyla acılarını teskin etmeye ve oyalanmaya çalışmak dışında bir yol bulmaktan ümitlerini kesmişlerdir. Zeki insanların birçoğu da ekonomi makinesinin bir parçası ve sermayenin kölesi olmuşlardır.

Kur’ânsız eğitim bu gidişâta çözüm olamaz. Çünkü inkârcı ideolojiye saplanmış modern bilim, nesilleri ahmaklaştırmakta, midesi ile uçkurundan başka bir şey düşünmeyen bir sürüye dönüştürmektedir. Şempanzenin yakın akrabası olduğuna inandırılarak yetiştirilen nesiller, kendilerinde dünyayı düzeltecek gücü ve ümidi nasıl bulacak? Kitleleri davar gibi güden milletler arası şirketlerin düzenine âlet olmayı reddedip adâleti tesis etmek; bir maymun cinsinden beklenebilecek bir şey midir?

Rabbimiz Teâlâ’nın;

“Kûnû kavvâmiyne bi’l-kıst: Adâleti ayakta tutun!” (en-Nisâ, 135) emrine muhatap olanlar, ancak;

“Yâ eyyühellezîne âmenû!” diye hitap ettiği îmân ehlidir. Çünkü îmân etmeden hidâyet öncüleri olmak mümkün değildir. Îmânın kemâle ermesi ise Allâh’ın âyetlerine kulağını ve gönlünü açmakla olur.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; İslâm medeniyetini kuran kadroları, Kur’ân-ı Kerim ile yetiştirmiştir. Peygamberimiz -aleyhissalâtü vesselâm- yeni müslüman olan kişilerden hangisi daha çok Kur’ân’ı öğrenmişse onu kavmi içinde imam ve muallim olarak tayin ederdi. Bunlardan biri; Medine’ye ziyaret maksadı ile geldiği kısa zaman diliminde yetişip, kavminin muallimi ve imamı olan Osman bin Ebi’l-Âs -radıyallâhu anh-’tır.

Sakîf kabîlesinin temsilcilerinden oluşan heyete katılan Osman bin Ebi’l-Âs -radıyallâhu anh-; heyetteki diğer kişilere nazaran daha fazla Peygamber Efendimiz’in yanına gidiyor, sohbet dinliyor ve suffa ashâbından Kur’ân okumasını öğreniyordu. Çok zeki ve kabiliyetli olduğu için; kısa zamanda Kur’ân-ı Kerim’den birçok sûre ezberledi, namaz kılmayı öğrendi. Memleketlerine dönecekleri zaman gelince Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, onlara;

“–Sizinle birlikte gelen Osman bin Ebi’l-Âs adlı genci size muallim, imam ve vali olarak tayin ediyorum.” dedi. Heyette bir sürü yaşlı başlı adam varken içlerindeki en genç kişiyi onların başına imam tayin edince biraz şaşırdılar ama üstünlüğün Kur’ân-ı Kerîm’i öğrenmekle olduğunu da öğrenmiş oldular.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, şehidleri defnederken bile, Kur’ân’dan en fazla sûre bilenlerin cenazelerini kıbleye en yakın noktaya yerleştiriyor; böylece onların mahşer günü kabirlerinden kalktıkları zaman, ümmetin imamları olacağına işaret ediyordu.

Bugün anne babaların çoğu Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sünnetini ve sîretini doğru düzgün bilmedikleri için, çocuklarını Kur’ân-ı Kerim eğitimine yönlendirmenin önemini kavrayamamaktadırlar.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; ashâbını, çocuklarına Kur’ân-ı Kerim öğretmeye teşvik etmek için şöyle müjde vermiştir:

“Kim Kur’ân okur, onunla amel ederse; kıyâmet günü onun ana babasına, ziyâsı güneşin ziyâsından daha parlak bir taç giydirilir…” (Ebû Dâvûd, Salât, 349)

Peki bu müjdeye nâil olmak için nasıl davranmalı? Çocuklarımızı İslâmî ilimlere nasıl özendirmeli?

Elbette çocuk yetiştirmek, insanın günde bir saatini ayırıp yapabileceği bir şey değildir. Bizzat pedagogların da dile getirdiği gibi, çocuk; içinde yetiştiği muhitin hususiyetlerini bir sünger gibi çeker.

Bugün bunun sebebi de daha iyi anlaşılmaktadır. Çocukların beyninde ayna nöronlarının oranı yetişkinlerden daha fazladır. Ayna nöronları, muhatabın sadece görünür hareketlerini değil, duygu ve düşüncelerini de kopyalar. Çünkü küçük yavrumuz henüz beynindeki kabiliyeti nasıl kullanacağını bilmediği için, anne babaların beyin faaliyetlerini aynen kopyalayıp benimser. Meselâ çocuk; neye sevinip üzüleceğini, neden endişe edeceğini, bu gibi duygularla nasıl baş edeceğini hep annesinden alır. Küçükken çocukların zihni boş olduğu için hiçbir şeyi tenkit etmez, anne babalarının görüşlerini, hayat tarzlarını, günlük alışkanlıklarını olduğu gibi kopyalar.

İşte bu sebeple anne babanın gönlünde, zihninde ve bütün hayatında; îmânın, İslâm’ın, Kur’ân’ın yeri ne kadar ise, çocuğa da aksedecek olan odur.

Şimdi şu âyet-i kerîmede tarif edilen hakikî mü’minleri gözümüzün önüne getirelim:

“Gerçekten mü’min olanlar şu kimseler ki; Allah anıldığı zaman onların yürekleri ürperir, kendilerine Allâh’ın âyetleri tilâvet olunduğu zaman da îmanları coşar, ziyadeleşir…” (el-Enfâl, 2)

Anne babasını Kur’ân-ı Kerim okunurken ürperiyor, etkileniyor hâlde gören bir çocuk; aynı ruh hâlini kopyalar ve kendi duyguları olarak benimser. Hiçbir yapmacık tavır ve kuru nasihat, bu samimî duyguların yerini tutamaz.

Hürmeti, muhabbeti, sadâkati öğretmek ancak hâl ile olur. O yüzdendir ki, çocuk yetiştirmek; ta en baştan iş birliği içinde evlerimizi Kur’ân-ı Kerim’le nurlanmış evler hâline getirebileceğimiz zevç ve zevceleri seçmekle başlayacaktır. Geleceği inşa edecek nesiller de o yuvalarda filizlenecektir.