KIYASLAMALAR

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

 

İnsan zihni; mukayese ederek, benzerlikler ve zıtlıklar kurarak anlar.

Ele almak istediğimiz asıl mevzuya girmeden; mukayeseli düşünceye oruç üzerinden misaller verebiliriz:

Oruç ve Fakirlik

•Oruç; elde imkân olduğu hâlde, Allah için bir müddet aç ve mahrum kalmaktır.

•Fakirlik, elde avuçta olmadığı için aç ve mahrum kalmaktır.

Bu sebeple, oruçlu fakirin hâlinden anlar. İftar saatine doğru yaşadığı hissiyâtın tesiriyle, iftar açarken yaşadığı sevinci, muhtaçlara yaşatmak ister.

Diğer taraftan fakir de, içinde bulunduğu darlığa olan tahammülünü, nihayetinde mukadderâtın sahibi olan «Allah için sabır» sırrıyla mânâlandırırsa, oruçtakine benzer bir ecir ve mükâfâta nâil olabilir. Bu sabır orucunun iftarı, cennet sevinci olacaktır.

Oruç ve Zühd

Bu sebeple birçok Hak dostu, ömrü bir günlük oruca benzetmiş ve kıyaslamışlardır. Oruçta; oruçlu değilken helâl olan şeylerin yasak olmasına benzer şekilde, zühdü tercih edenlerin hayatında da birçok mubah, riyâzat sınırları içinde tutulur.

Orucun Yasakları ve Haramlar

Oruç, sahibine bir kıyaslama yaptırır:

–Şu yaz sıcağında niçin su içmiyorum?

–Orucu bozacağı için, yani oruçluya su içmek yasak olduğu için…

–Ya diğer yasaklar? Onları da aynı Zât yasakladı. Yalanlar, dedikodular, iftiralar, mâlî, cinsî, kavlî, bedenî günahlar, yani haramlar… Onlarda zâhiren bir oruç bozulması yok gibi göründüğü için, keffâret endişesi de bulunmaz. Hâlbuki; her günahın, her yasak çiğnenişinin ağır veballeri vardır.

Es‘ad Muhlis Paşa’nın dediği gibi:

Mey gibi her bir harâmın sekri olsaydı eğer;
Ol zaman mâlûm olurdu mest kim, huşyâr kim?

“İçkinin sarhoşluk vermesi gibi, her günahın sarhoşluğu olsaydı, kimin sarhoş, kimin ayık olduğu, asıl o zaman belli olurdu!”

Orucun keffâretinden korkup da, diğerlerinin zâhiren «keffâ­retsiz» oluşunu bir gevşeme sebebi saymak hiç de doğru değildir.

Hattâ hocalarımız; keffâretinin olmamasını, o günahın ağırlığına bağlarlardı. Yalan yere yeminde (gamus) keffâret olmaması gibi.

Suç ile cezanın arasının uzaklığı mı aldatıcı olan? İşte bir mukayese fırsatı daha:

Kamerî ve Şemsî Sene

Uzun Günler, Kısa Günler

Ramazan, kamerî-şemsî yıl sistemleri arasındaki 10-11 günlük fark sayesinde, bütün seneyi dolaşır. Otuz üç sene boyunca Ramazan orucunu tutan kişi, güneş yılının her zamanında oruç tutmuş olur. Böylece uzun bekleyişlerin zorluğunu da kısa gün kârlarının kolaylıklarını da tecrübe etmiş olur. Dünyanın kuzey ve güney yarım kürelerinde yaz ve kış farkları da göz önünde bulundurulursa, bu dolaşan Ramazan hikmetinin ne kadar mânâlı olduğu anlaşılır.

Orucu kasten bozmanın keffâreti, 2 ay oruç… Başka hiçbir ibâdette bu kadar ağır bir dünyevî müeyyide yok diyebiliriz. İbâdetler arasındaki bu karşılaştırma da, bize gıdâ ve irade meselesinin çok hassas olduğunu telkin edebilir.

Darlıkta ve Genişlikteki Hâlimiz

Orucun bir başka mukayese fırsatı:

•Açlıktaki hâlimiz.

•Tokluktaki hâlimiz.

Bu listeyi; «fakirlikteki ve zenginlikteki», «sıhhatteki ve hastalıktaki», «gerginlikteki ve huzurdaki», «savaştaki ve barıştaki» şeklinde uzatabiliriz. Kendimizi değerlendirirken, tabiî ki, sadece kolaylık anlarındaki hâllerimizde aldığımız notlar yeterli olmayacaktır. Tıpkı hacda; kalabalık, kıyafet rahatlığından mahrum ve yorucu bir ibâdette, insânî münasebetlerin imtihan edilmesi gibi, oruçta da açlık hâlimiz sınanmaktadır.

Meşhur esprili reklâm, atıştırmaya teşvik için; “Açken sen, sen değilsin!” diyor, insanın açlıkta ortaya çıkan asabiyetini vurguluyordu. Oruç, bize bunu da telkin etmekte. O hâlde, oruçluyken sataşana; “«Ben oruçluyum!» deyin.” îkazının ne kadar ehemmiyetli olduğu anlaşılıyor. (Buhârî, Savm, 9)

Diğer yandan, insanın; “Allah için!” diyerek, bedeninin, iradesinin sınırlarını zorlamasını da öğütlüyor. Îman, insana bu mânâda, fizikötesi bir kudret ve güven kazandırıyor.

Ramazan ve Sair Zamanlar

Son bir mukayeseyi, Ramazân-ı şerif üzerinden yapalım. Maalesef; sekülerleşen / dünyevîleşen hayatlarda ve çevrelerde, Ramazân’ın tesiri fazla olmayabilir. Fakat elhamdülillâh; hâlâ müslüman ailelerin, mü’min hânelerin ve gönüllerin dünyaları Ramazan’da bambaşka bir rûhâniyete bürünmekte. İşte bu zaman dilimini, Ramazan dışıyla bir mukayese edelim. Düşünelim; bu atmosferi, başka bir zamanda biz kendimiz meydana getirebilir miyiz? Asla!

İşte bu mukayese; Ramazân’ın ne büyük bir fırsat, ne büyük bir ganîmet olduğunu bize hatırlatacaktır.

Bir ince mukayese daha:

Ramazân’ın ilk günleriyle, ilerleyen günlerinizi karşılaştırın: Gitgide mâneviyat ve rûhâniyete daha fazla alışma ve derinleşme farkını yakalarsanız, işte başka zamanlarda; «Olmuyor! Olmuyor!» diyerek yarım bıraktığımız bazı hamlelerin, aslında sadece biraz daha ısrara ve sebâta muhtaç olduğunu anlayabiliriz.

Sübjektif Mukayeseler

Eşyayı anlamada işe yarayan mukayese ve benzerlik kurma sistemi; insanın kendi kendisini, hayatını ve kaderini anlama ve değerlendirme hususunda, daha dikkatli kullanılmalıdır.

Âyet-i kerimeden; nefsin, insana vesvese verdiğini öğreniyoruz. (Bkz. Kāf, 16)

Şeytan da vesveseci. (Bkz. Tâhâ, 120; en-Nâs, 1-6 vb.)

Şeytanın insanın damarlarında dolaştığını hadîs-i şeriften öğreniyoruz. (Buhârî, İ‘tikâf, 11; Müslim, Selâm, 23-25)

Bu tabloya vicdanı da ekleyebiliriz pekâlâ…

Hâsılı insanın içinde birtakım iç sesler var.

Günümüz tıbbı da; damarlarda dolaşan hormonlardan, kimyevî maddelerden vs. bahsediyor. Cesaretle adrenalin, korku ve gerginliklerle nor-adrenalin, mutlulukla endorfin, gerginlikle dopamin, bağlanma hisleriyle oksitosin gibi maddeler alâkalı görülüyor. Bunların salgılanması, eksikliği veya fazlalığı da gıdâdan, istirahate, insânî münasebetlerden, duygu ve düşüncelere birçok faaliyetimizle alâkalı. Belki de helâl gıdâ hassâsiyeti, irade, rûhâniyete yoğunlaşma, tefekkür ve tehassüsler, insanın iç kontrolünü sağlamaya yardımcı oluyor.

Ya kontrolü kaybederse?

İnsan; eriştiği nimetleri, kendi hayatını ve kaderini değerlendirirken; o iç dünyasındaki sübjektif seslere kulak verirse, mukayeseler onu yanlış mecrâlara sürükleyebiliyor.

Hadîs-i şerifler îkaz ediyor:

“Hayat şartları sizinkinden daha aşağı olanlara bakın; sizden daha iyi olanlara bakmayın! Bu, Allâh’ın üzerinizdeki nimetini hor görmemeniz açısından, daha uygun bir davranıştır.” (Müslim, Zühd, 9)

Buhârî’nin rivâyeti ise; bir mukayese olmuş da vesvesenin fitili ateşlenmişse, onu söndürmenin yolunu tarif eder mâhiyette:

“Sizden biriniz mal ve yaratılış itibarıyla kendisinden üstün olan kimseye bakarsa, ardından kendinden daha düşük derecede olana baksın.” (Buhârî, Rikāk, 30)

Yukarı bakınca, haset ve değersizlik hissine mağlûp olabiliyor insan. Fecr Sûresi’ndeki ifadeyle;

“Rabbim beni horladı, alçalttı!” (Bkz. el-Fecr, 15-16) diye depresyonlara kapılabiliyor. Hâlbuki varlık da yokluk da imtihan…

Aslında en doğrusu hiç bakmamak!..

Çünkü; kendisi hakkında; «Cennetlik bir kişi görmek isteyen ona baksın.» buyurulan sahâbî, sırrını şöyle açıklamış:

«Ben müslümanlardan hiç kimseye karşı kalbimde en ufak bir kin tutmam ve Allâh’ın verdiği herhangi bir nimet ve hayırdan dolayı da kimseye asla haset etmem.» (Ahmed, III, 166)

Çünkü her insan eşsiz. İlâhî plânda, tekrar yoktur. Her insanda ayrı, müstakil ve hususî bir imza var. Parmak izi gibi yegâne. Kader de öyle, verilen imkânlar ve fırsatlar da öyle. Eşitlik değil, eşsizlik… Bu eşsizlik de; ilâhî adâlet, hikmet ve rahmetin teminatı altında. Bu sebeple; o eşsizliği, sığ mukayeselerle değerlendirmeye kalkmamalı…

Aslında, sübjektif hissî girdaplara kapılmasa; benzerlik ve kıyas yaparak da, müsbet neticelere varabilir insan. Her bir peygamberde ve Peygamberler Sultanı’nın hayatında üsve-i haseneyi görür, O’na ittibâ ile sâhil-i selâmete çıkar.

Fakat bilhassa temizlenmemiş sadırlarda; sübjektif ve hissî bakışın, kendine acıma ve haset duygularının baskın çıkacağı garantidir.

Şair şöyle demiş:

Ârif-i vahdet olup kesret-i yârandan geç!
Râzı-i kısmet olup gayret-i akrandan geç!

Yani;

“Vahdetin / tekliğin, yalnızlığın kıymetini anlayarak, çok dost toplayacağım diye uğraşma! Kısmetine râzı ol, akranlarını kıskanma!..”

Akran vurgusu sadece bir kafiye değil. İnsan; hissî kıyaslamalarda bilhassa kendi akranına yoğunlaşabiliyor.

Şimdi insanımız; komşusunu tanımaz hâlde iken, sosyal medya üzerinden yüzlerce bazen binlerce arkadaş, aslında bir «network oluşturma»nın derdinde. Mütehassısların uyardığı üzere; sosyal medya mecrâları hususen, menfî sosyal mukayeselerin zemini oluyor. Zaten maalesef ahlâkî ve fıkhî zemini tam mânâsıyla oturtulamamış sosyal medya davranışları da, insanlardaki haset ve benzeri duyguları tahrike bilhassa uğraşıyor gibi bir çizgide yürüyor. Sosyal medya âdeta nispet yapma mecrâsı. Yediği, içtiği mekândan, gittiği tatil beldesine, mahrem düğün-dernek fotoğraflarından, otomobil, makam odası ve benzerlerinin teşhirine, çoğunlukla problemli ve netâmeli… Niyete taalluk eden tarafları olduğu için, anlatmak da zor…

O sebeple; hadîs-i şerîfe uymak için, meşâhîrin ve ağniyânın profillerini dolaştıktan sonra, bir de Suriyeli, Yemenli, Filistinli, Sudanlı, Arakanlı, Doğu Türkistanlı kardeşlerin arz-ı endâm ettiği haberleri de dolaşmalı. Sadece dolaşmamalı, onlara ulaşabilmenin yolunu aramalı.

Yine de ve illâ mukayese yapacaksa insan, ona iki hedef göstermiş Peygamber-i Zîşan:

“Yalnız şu iki kişiye gıpta edilmelidir:

•Biri, Allâh’ın kendisine verdiği Kur’ân ile gece-gündüz meşgul olan kimse;

•Diğeri, Allâh’ın kendisine verdiği malı gece-gündüz infâk eden kimse…” (Buhârî, Temennî, 5)

Dikkat edilirse;

Her ikisinin de gıpta yönü, aslında dünyevî değil, uhrevîdir. Eldeki imkân ile, âhirete hazırlanmak.

Buradaki gıpta aslında bir şahsa değil, bir şahsiyete doğru. Diğer taraftan, gıpta edilecek yön; bu kişilerin sahip oldukları değil, tasarruf şekilleri. Yani gıpta ile bir gaye ve ideal oluşturma yönünde.

Müsbet ve menfî mukayeseleri mukayese ettiğimiz şu mısralarla yazımıza son verelim:

Bir kimsede bin lutfu gören kalb-i selim, der:
«Yâ Rab onu artır, koru, bin bir bereket ver!..
İkrâmını verdin, ne olur, şükrünü bahşet,
Dünyâ gibi ukbâda da tekrârını lutfet!»

***

Bir kimsede bir bahşı gören ehl-i haset, der:
«Haksız bu! Neden bende bulunmaz bu nasipler?!.

Nîçin ona gelmiş, bana hiç gelmedi mâdem!
Bir ben mi hayır, her birimiz etmeli mâtem!..»

***

Zor hâlde görür kardeşi, rahmet dolu sîne:
İbretle alır hisseyi, der Rabb-i Muîn’e:
«Yâ Rabbi! Neden bende değil, onda musîbet?
Mahrum, bana zimmetli demek, Hak’tan emânet!..»

***

Bencil kişi, yoksullara, mahrumlara der ki:
«Takdîr-i Hudâ! Sizlere hak, böylesi belki!?.
El açmayın insanlara, Allah size versin!
İzzetli olur, kimseye dil dökmese mü’min!»

***

Gaddar kişi bir fâcia görsün, yüzü ekşir:
«Hiç kaldıramam görmeyi, benden uzak olsun!..»
Mâtemlere rahmetle bakanlardaki tâbir:
«Ben yükleneyim derdini, kardeş nefes alsın!..»