GÖNÜL TOPRAĞINDA FİLİZ VERMEDEN…

Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

İnsanoğlu; yaratılışından itibaren, hem dâhildeki hem de hariçteki düşmanlarıyla sürekli olarak bir mücadele hâlinde olmuştur. Bu mücadeleler; insanı bir taraftan olgunlaştırmış, diğer taraftan da ona şartlara karşı mukavemet göstererek kazanmayı ve başarılı olmayı öğretmiştir.

Kaynaklarımızda; insanın içerisinde bulunduğu bu iki hâle, mücadele ve mücâhede isimleri verilmiştir. Bu iki mefhumun mânâları birbirine yakın görünse de, mahiyet olarak farklılık arz etmektedir.

Bu iki hâlin mânâlarına kısaca bakacak olursak;

Mücadele «cedel» kökünden gelen Arapça bir kelime olup, iki veya daha fazla insan arasındaki çekişme mânâsına gelmektedir.

Mücâhede ise; yine Arapça bir kelime olup «cehd» kökünden gelir, insanın kendi kendisi ile yaptığı çekişme mânâsını ifade eder.

Hangi mücadelenin daha elzem ve öncelikli olması gerektiği hususunda bir sıralama yapmaya kalksak, elbette ki mücâhedenin daha öncelikli olması gerektiğini söylememiz gerekecektir. Zira insanın iç mücâhedesini tamamlamadan, vücut devletinde kontrolü ele alarak iktidara gelmeden; dışarıda mücadele yapmasının ancak bir iddiadan öteye geçmeyeceği âşikârdır.

İnsanın mücadele ettiği iki tür düşman vardır. Birincisi; hariçteki düşmandır ki, bu düşmana karşı mücadele etmek, belli bir yere kadar mümkün olabilmektedir. Zira düşmanı tanımak, onun sayısını, gücünü, savaş taktiklerini, elindeki imkânları bilmek, tahmin etmek ve ona karşı tedbir almak mümkündür. Hattâ bazen, sayı olarak düşmandan az olunsa dahî, mücadele esnasında gösterilen cesaret ve fedâkârlıklarla düşmanı alt etmek, gayet mümkün olabilmektedir. Bunun sayısız örnekleri tarihimizde mevcuttur.

Mücadele edilen ikinci düşman ise; dâhildeki düşmandır ki bunun adına nefis diyoruz. Bu düşmana karşı mücadele etmek, değme ordulara karşı savaştan daha çetin ve zorlu bir imtihandır.

Bu hususla alâkalı olarak Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, katıldığı Tebük Seferi’nden dönerken;

“Şimdi küçük cihaddan büyük cihâda dönüyoruz.” (Süyûtî, II, 73) sözü çok önemlidir. Tebük Seferi; iklim şartlarının en zor döneminde olması, gidilen mesafenin uzak olması, sayı
olarak az olunması gibi birçok sebepten dolayı, «zorluk seferi»
olarak tarihe geçmiştir. Bu zorluğa rağmen, büyük cihaddan maksadın ne olduğu sorulunca, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; «nefisle cihad» olduğunu ifade etmişlerdir.

İnsan; doğumundan ölümüne kadar, gerek yakın çevresinde gerekse yaşadığı cemiyet içerisinde çeşitli mücadele devirlerinden geçmiştir. Bu mücadelelerin bazılarını kazanmış, bazılarını da kaybetmiştir. Mücadele edilen tarafın; -alınan neticeye göre- bize karşı olan tavrı değişmiş ya kaybederek hayatımızdan çekilip kaybolmuş veya şartlar tam tersine dönüp, barış sağlanmış hattâ canciğer dost hâline gelinebilmiştir.

Ancak; dâhilde mücadele ettiğimiz ve adına nefis dediğimiz düşmanın hiçbir zaman pes etmesi, dinlenmesi veya onunla barış sağlanması mümkün değildir. Bu düşman her an tetikte durmakta ve bizim gaflet ânımızı beklemektedir. Bu zorlu düşmanı öldürmek ve yok etmek de mümkün değildir. Ancak ehlinden öğrendiğimiz tekniklerle, onu etkisiz hâle getirmek ve terbiye etmek mümkündür.

İçimizdeki bu düşman, bizim âdeta can düşmanımızdır. Zira dışımızda olan ve bizim için en tehlikeli düşman olan şeytan bile ondan destek alarak bizi vurabilmekte ve bize zarar verebilmektedir. Bu düşmanla mücâhedenin belli bir zamanı ve mekânı yok. Bu mücâhede her an onunla cehd edip, îmân ile son nefesi vererek teneşire uzanana kadar devam ediyor. Bu can düşmanı, bazen şeytandan bile daha tehlikeli olabilmektedir. Zira şeytan, insanı günaha davet eder; nefis düşmanı ise, insanı küfre davet eder. Her iki düşmandan da Allâh’ın rahmetine ve inâyetine sığınırız.

Şeytan; insanı ibâdetlerden alıkoymaya çabalar, becerir veya beceremez. Ancak nefis düşmanı; insanı ibâdet ederken, ilimle uğraşırken, hayırlı işler yaparken hattâ ve hattâ özellikle böyle durumlarda insanı tehlikeye sürükler ve yapılan ameli başımıza belâ eder. «Amel de başımıza belâ olur mu?» demeyin efendim. Meşhur hadîs-i şerifte kıyâmet gününde ilk hesaba çekilecek üç kişiyi hatırlatır bizlere Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

Kimdi o üç kişi? Biri savaşta öldürülen, biri âlim, bir diğeri de infâk ehli cömert bir adamdı.

Ne yapmıştı bu üç kişi? Birincisi, Allah yolunda canını vermişti. Âlim olan, ömrünü ilim öğrenmeye ve öğretmeye adamıştı. Üçüncü adam da malını Allah yolunda harcamıştı.

Dikkat ederseniz bu üç kişi, yerine getirmenin zor olduğu bu amelleri yapmışlardı. Sonuç ne oldu?

Üçünün de âkıbeti;

“–Yalan söylüyorsun!..” denilip, «sonra yüz üstü cehennem atılmak» olmuştur. (Müslim, İmâre, 152)

Neden? Çünkü bu ameller, Allah rızâsı için değil; «Ne kahraman adam! Ne âlim adam! Ne cömert adam!» desinler diye yapıldı. Onun için de yaptıkları amel başlarına belâ oldu.

Dâhildeki bu sinsi düşman olan nefsin; içinde yer aldığı amelin, faaliyetin, hizmetin ve hattâ ibâdetin dokusunu, mâhiyetini ve gayesini tayin etmedeki fonksiyonunu idrâk etmek lâzım. Onun için dâhildeki bu düşmanı kontrol altına almadan, hariçte bir mücadeleye girmek; her türlü tehlikeyle karşı karşıya kalmak demektir.

Mücadelenin de mücâhedenin de gayesi, her şeyi Allah için yapma gayretidir. Mevlâ bizi bu maksada ulaştırsın! Bizi göz açıp kapayana kadar, hattâ bundan daha az bir süre için bile nefsimizin eline bırakmasın!..