TESBİHÇİ

Dr. Halis Ç. DEMİRCAN cetindemircan2@hotmail.com.tr

Ay u güneş müştâk durur dervişlerin sohbetine,
Ferişteler tesbih okur zikir ider dervişleri.

Tersâlar tapuya gelür hükm ısları zebûn olur,
Tağlar, taşlar secde kılur göricegez dervişleri.

Ol Fahr-i Âlem Mustafâ ol mâden-i sıdk u safâ,
İsterisen andan vefâ incitmegil dervîşleri.*

Üniversite yıllarıydı; okul çıkışı Beyazıt Camii’nin arkasında, Sahaflar Çarşısı’nın çıkışındaki büyük çınarın altındaki çay bahçesinde, arkadaşlarla oturur, çay içer sohbet ederdik.
Çınar altında, çay bahçesinin masalarının olmadığı yerlerde seyyar satıcılar olur, bunlar yere kurdukları tezgâhlarda, çeşit çeşit kullanılmış eşyalar satarlardı. İçlerinde en çok tesbih satıcıları olurdu.
Arkadaşlarla muhabbet ederken bu tesbih satıcılarından biri dikkatimi çekmişti.
O diğerleri gibi tezgâhını yere kurmuyordu. Yere tahta bir sandık koyuyor, üzerine yeşil bir örtü seriyordu. Onun üzerine sarı bir örtü örtüyor, bu örtülerin üzerine de siyah bir 99’luk tesbih koyuyordu ki; tesbihin her tanesinin üzerinde eski Türkçe bir şeyler yazıyordu.
Tezgâhını kapatıp giderken de o siyah tesbihi önce sarı örtüye sarıyor, sonra onu yeşil örtüye sarıyor, sonra tahta sandığına koyup, sandığı koltuğunun altına alıp gidiyordu.
Çay bahçesine gittiğimiz zaman, sezdirmeden onu seyrederdim.
Tezgâhın başında oturur, elindeki küçük kitabı açar okurdu.
Kimse ondan tesbih almaya gelmiyordu, zaten onun da satmaya niyeti yok gibiydi.
Bir gün yanına gittim.
“–Selâmün Aleyküm! Tesbihi kaça satıyorsun ağabey?” dedim.

Başını kitaptan kaldırdığında fark ettim ki, Kur’ân-ı Kerim okuyordu. Bana baktı baktı, sonra garip sesler çıkararak el kol işaretleriyle bir şeyler anlatmaya çalıştı. Dili lâl idi, konuşamıyordu. Hiçbir şey anlamadan arkadaşlarımın yanına geri döndüm.
Bir gün çay bahçesindeki çalışanlardan birine sordum;
“–Kim bu tesbihçi?” diye.
“–Siz onu Sahaflar Çarşısı’ndaki Muzaffer Beye sorun. Akşamları giderken tezgâhını ona bırakır, belki o size bir şeyler söyler. Burada onu ondan başka kimse tanımaz!” dedi.
İyice merakımı celp etmişti, Sahaflar Çarşısı’ndaki Muzaffer Beyi buldum.
Kendisi beni;
“–Buyur evlâdım!” diyerek güler yüzle karşıladı.
Kırmızı yanaklı, hoş sohbet, güzel bir insandı.
Ona tesbihçiyi anlattım, kendisini tanıyıp tanımadığını sordum. Gülümsedi;
“–Emânetin sahibini arar evlâdım.” dedi.
Şaşırdım…
“–Ricâl-i gayb ne demek, bilir misin evlâdım?” dedi.
“–Hayır efendim!” dedim.
Kitap raflarına uzanıp bana bir kitap uzattı;
“–Bu kitabı oku, sonra yine konuşuruz evlâdım.” dedi.
“–Peki, efendim.” dedim, kitabı aldım çıktım.
Kitap Hâce Muhammed Parsâ’nın Tevhîde Giriş adlı eseri idi.
Hemen okumaya başladım; ancak çok yavaş ilerliyordum, çünkü çok zor anlayabiliyordum.
Kitap ikinci el yani daha önce okunmuş bir kitaptı, zaten sahaflarda yerini almasının sebebi de bu idi. İçerisinde altı çizili bölümler vardı ve o bölümlerin bazılarında şunlar yazıyordu.
Şeyh Alâüddevle Semnânî şöyle der:
Gaybda üç zümre müşâhede ettim. Gönlüm onlara meyletti. Selâm verdim. En güzel şekilde cevap verdiler ve en güzel şekilde;
«Merhaba!» dediler. Sözlerinin güzelliğini, hâllerinin sıhhatini çok beğendim. Onların mensubiyetlerini araştırdım, dediler ki:
«Biz sûfîleriz. Yedi tabakamız vardır: Tâlibler tabakası, müridler tabakası, sâlikler, sâirler, tâirler, vâsıllar tabakası. Yedincisi ‘kutub’dur ki, her zamanda bir tane bulunur. Onun kalbi Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalbi üzredir. ‘Abdâl’ler kutbunun kalbi de ‘İsrâfil’in kalbi üzredir.
***
‘Abdâl’ler, üç yüz altmış kadardır.
Bunların; eşleri, çocukları, geçimleri, malları, mülkleri vardır.
İnsanlar peygambere ettikleri gibi, bunlara da hased ederler, ezâ ederler. Bunlar halkı Hakk’a çağırma hususunda, peygamberlerin halîfeleridirler. Bunları hiçbir kimse hakkıyla tanıyamaz. Ancak kalplerini Allâh’ın nurlandırdığı kimseler tanırlar. Bunlar ‘el Mürîd’ isminin delâletiyle bilirler. O, bunları basîret gözünü aydınlatıcı nûr ile tanır. Onlar; kendi kubbeleri, yani örtüleri altındadırlar. Bunlardan her birinin insanlık gereği olan şeylerden kubbeleri vardır ki, bu sûretle yabancıların gözlerinden gizlenirler. Kim irşad kutbunu ve halîfesini bilirse, müridler zümresine dâhil olur.
***
Biz bunların varlığına, mertebelerine, tabakalarına, sayılarına yakînen inanırız.
Bunların hiçbir kimseye zulmü asla görülmemiş; mecliste Kur’ân’ı yüksek sesle okurlarken sesleri duyulmamış; gök ehli arasında şiir söylerken, zikrederken, ağlarken görülmemişlerdir. Bunlar çirkini temize çevirmişler, muhtaçları her zaman kendilerine tercih etmişler, kendileri için sarf etmekten şiddetle sakınmışlardır. Onların yeme, içme, giyinme, tıraş olma, ahlâk, edep, arkadaşlık hususlarında sîretleri (yani tuttukları yol), sûfîlerin sîretleri gibidir. Bana göre sûfîler; bu sîretlerini bunlardan almışlardır.»
***
Kitabı bitirene kadar yarıyıl tatili gelmişti. Memlekete gittim, tatil dönüşü okul başlayınca ilk işim Sahaflar Çarşısı’na gidip Muzaffer Efendiyi aramak olmuştu. Ancak ne yazık ki kendisi Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu. Allah rahmet eylesin. Sonradan öğrendiğime göre kendisi; mübârek, Allah dostu bir insanmış, bana kalan hasbelkader onunla tanışmak olmuştu. Fakat tesbihçi de ortadan kaybolmuştu.
Birkaç yıl sonraydı herhâlde. Okul bitmiş, vazifeye başlamıştık; Üsküdar’da bir toplu sünnet merasiminde vazifeliydi.
Çocukların sünnetleriyle uğraşırken merasimi düzenleyenlerin oturduğu masa dikkatimi çekti. Masanın orta bölümünde; başında beyaz takkesi olan, beyaz sakallı, gözlüklü, nur yüzlü bir zât-ı muhteremin yanında sanki o tesbihçiyi görür gibi oldum. O muhterem zât ile muhabbet ediyorlardı. İşimi bitirip geri döndüğümde ise onu orada göremedim.
O an; «Herhâlde yanlış gördüm, dili lâl olduğu için kimseyle muhabbet edemez ki zaten…» diye düşündüm.
Ancak yıllar sonra, bir akşam, o sahneyi yeniden gözümde canlandırdığımda; gözümden kaçan, ama beynimde yer etmiş olan, o ayrıntı gözümün önünde belirdi.
Tesbihçinin tezgâhında gördüğüm o siyah tesbih, masada yanında oturduğu o zât-ı muhteremin elindeki tesbih değil miydi?
Demek ki emânet sahibine ulaştırılmıştı.
Çok hayıflandım daha evvel bunu fark edip o zât-ı muhteremin ellerine sarılmadığım için ama…
Hâsıl-ı kelâm her şey nasip.
Arar isen bulursun, kalmazsın garip.
____________________
* Yûnus Emre: (Ay ve güneş onları özler; melekler bile tesbih okur, zikreder dervişleri)