SÖZDE LÂFIZ ve MÂNA

Prof. Dr. Harun ÖĞMÜŞ harunogmus@gmail.com

Mu‘tezile kelâmcısı ve büyük edip Câhız (ö. 255); mânâların yere saçılmış inciler gibi olup herkesin onları bulabileceğini, önemli olanın onları ifade edecek lâfızları bulmakta olduğunu söyler. Ondan 150 yıl kadar sonra gelen ve Şeyhu’l-Belâga (belâgatın üstâdı) ünvânıyla anılan büyük teorisyen Abdülkāhir el-Cürcânî (ö. 471) ise aynı kanaatte değildir. O, Kur’ân’ın üstünlüğünü ortaya koymak üzere kaleme aldığı ve belâgat ilmini zirveye taşıdığı şâheseri Delâilü’l-İ‘câz’da mânâyı lâfza önceler.

“Çünkü…” der;

“Sözü söyleyen kişi öncelikle onun mânâsını zihninde tasarlayıp düzenler ve sonra ona uygun kelimeleri seçip en iyi şekilde dizerek dile getirir. Buna göre bir sözün orijinalliği ve bediî (estetik) özelliği, onun ifade ettiği mânâdadır. Mânâ orijinallik ve «ibdâ»dan (yeni ifadeyle yaratıcılıktan) mahrumsa söz de -lâfızları ne kadar güzel olursa olsun- bediî ve beliğ (etkili) olmaktan o kadar uzak olacaktır.”

Kur’ân’ın mânâsının yaratılmamış olduğuna vurgu yapan kelâm-ı nefsî nazariyesini ortaya atan, dolayısıyla Kur’ân’ın yaratılmış olduğu görüşündeki Mu‘tezile’yle dâimî sürtüşme içinde bulunan Sünnî-Eş‘arî ekolüne bağlı oluşunun bu görüşte payı var mıdır, bilinemez; ancak Şeyh Abdülkāhir, bununla ilgili dikkat çekici bir delil sunar. Bu delil, biri İslâm’a da yetişmiş olan câhiliyye şairi Hutay‘e’ye ait olan iki beyitten oluşmaktadır.1 Hutay‘e’nin beyiti şudur:

دَعِ الْمَكَارِمَ لَا تَرْحَلْ لِبُغْيَتِهَا
وَاقْعُدْ، فَإِنَّكَ أَنْتَ الطَّاعِمُ الْكَاسِي (البسيط)

Bırak mefâhiri, uğraşma hiç övülmek için!
Otur yerinde, sen ancak yiyip giyen birisin! (Nazmen terc. Hârun)

İkinci beyit ise Hutay‘e’nin beyitindeki kelimelerin müterâdiflerinin aynı sırayla dizildiği, dolayısıyla Hutay‘e’nin beyitiyle birebir aynı mânâda olan şu beyittir:

ذَرِ الْمَفَاخِرَ لَا تَذْهَبْ لِمَطْلَبِهَا
وَاجْلِسْ، فَإِنَّكَ أَنْتَ الْآكِلُ اللَّابِسْ (البسيط)

Bu beyit bir şaire mi aittir, yoksa iddiasını ispatlamak üzere bizzat Şeyh tarafından mı söylenmiştir, bilinmez; ancak önceki beyitteki kelimelerle aynı mânâdaki kelimelerin aynı vezinde sıralanmasıyla elde edilmiştir. Bu sebeple Şeyh’e çok yerinde olan şu soruyu sorma hakkını vermektedir: «İkinci beyiti söyleyen kişi, yeni bir söz söylemiş oluyor mu?»

Şeyh Abdülkāhir, mânânın lâfza önceliği kanaatine varırken mensup olduğu Eş‘arî Mezhebi’nin; «Kur’ân’ın mânâsının yaratılmamış ve dolayısıyla lâfzından önce olduğu» yönündeki görüşünden etkilenmiş midir, bilemeyiz; ancak sorduğu bu sorunun cevabının menfî olduğu ortadadır. Buna başka birçok örnek verilebilir.

Demek ki, «ibdâ» öncelikle sözün mânâsında aranmalıdır. Bu itibarla sözün yeni bir fikir ve tema ihtivâ etmesi büyük ehemmiyet arz etmektedir. Nitekim eskiler hep bunun peşinde olmuşlar ve mazmun dedikleri bu şeyi yakalamaya çalışmışlardır. Buna gösterdikleri itina, büyük heccav Şair Eşref’in;

Bir güzel mazmun bulunca Eşrefâ!
Kendimi hicveylemezsem kâfirim!

mısralarında ifadesini bulmuştur.

Ancak bu söylediklerimiz, lâfzın bütünüyle önemsiz olduğunu mu gösterir? Elbette hayır! Mânânın yeniliği kadar onu ifade edecek kelimelerin dizilişi ve onlara cümle içerisinde yüklenen fonksiyonlar da «ibdâ»ın mühim bir unsurunu oluşturur. Hattâ sözün bediî yönü böyle öne çıkar. Alelâde bir üslûpla söylenmesi hâlinde unutulmaya mahkûm olan nice mazmun, söyleyişteki ustalıkla dikkati çekmiş ve hâfızalara nakşedilmiştir. Meselâ sevdiğine açılmak için onu yalnız bulamadığını, onu yalnız bulduğunda ise heyecandan kendisini kaybedip ona yine açılamadığını her âşık düşünüp ifade edebilir. Ancak bu şekliyle dile getirildiğinde muhtemelen unutulup gidecek olan bu şairâne temayı yalnızca bir şair;

Arz-ı hâl etmeye cânâ seni tenhâ bulamam!
Seni tenhâ bulıcak kendimi aslā bulamam!

şeklinde kalıcı hâle getirebilir. Belki de Câhız, yazımızın başında aktardığımız sözüyle bunu kastediyordu. Bu takdirde, Delâilü’l-İ‘câz’ın muktedir mütercimi Osman GÜMAN’ın da eserin mukaddimesinde belirttiği üzere; Câhız’ı lâfızcı ve Şeyh Abdülkāhir’i mânâcı olarak zıt kutuplara yerleştirmek de çok isabetli olmaz.2 Zira Şeyh’in en fazla üzerinde durduğu hususlardan biri, kelimelere söz içerisinde yüklenen «meâni’n-nahv» adını verdiği grametik anlamlardır. Ona göre kelimeler; lügat mânâları dışında, cümledeki fonksiyonlarına göre de yeni mânâlar kazanırlar. Bir kelimenin cümle içinde fâil (özne) veya mef‘ûl (nesne) oluşu, sözlük anlamına ek bir mânâdır. Öyleyse cümle nasıl kurulacak, özne ve yüklem olarak ne seçilecek, hangisi önce zikredilecek vb. kelimelerin dizilişiyle ilgili hususlar büyük ehemmiyet arz etmektedir. Sonraki çağlarda «meâni’n-nahv» terkîbindeki «nahv» kelimesinin atılarak «meânî» başlığı altında ele alınacak ve belâgat ilminin omurgasını oluşturacak olan bu hususlar, mânânın söyleniş biçiminin mânâ kadar mühim olduğunu göstermektedir. Yukarıda geçen aynı mânâdaki iki beyitten ikincisi, ilkinin mânâsını müterâdiflerle tekrar etmesi sebebiyle nasıl yeni bir söz olarak kabul edilmemişse, özgün bir temanın başkasına ait bir üslûpla söylenmesi de aynı şekilde «ibdâ»a halel getirir. Meselâ yalancı peygamber Müseylimetü’l-Kezzâb’ın Kur’ân-ı Kerîm’e güya nazîre olmak üzere söylediği nakledilen şu sözü böyledir:

اَلْفِيلُ، مَا الْفِيلُ؟ وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْفِيلُ؟
لَهُ ذَنَبٌ وَبِيلٌ، وَخُرطُومٌ طَوِيلٌ.

“Fil, nedir fil? Filin ne olduğunu sana ne bildirdi? Onun ağır bir kuyruğu ve uzun bir hortumu vardır.”

Bu pespâye sözlerin mânâsızlığı ve bu mânâsızlığın, fevkalâde bir haberi verirken kullanılması gereken bir edâ ile söylenişi bir tarafa, «ibdâ»dan uzak olduğu da ortadadır. Çünkü Kur’ân’da birkaç kez yer alan bir kullanımdan aparılmıştır. Eminim hepimizin aklına Kâria Sûresi’nin başı gelmiştir:

اَلْقَارِعَةُ ﴿1﴾ مَا الْقَارِعَةُ ﴿2﴾
وَمَٓا اَدْرٰيكَ مَا الْقَارِعَةُ ﴿3﴾

“Kapıyı çalıp yürekleri hoplatan (kıyâmet)! Nedir o kapıyı çalıp yürekleri hoplatan şey? Kapıyı çalıp yürekleri hoplatan şeyin ne olduğunu Sana ne bildirdi?”

Lâfız ve mânâ, eski edip ve münekkidlerce şiirin oluştuğu belirtilen dört unsurdan ilk ikisini oluşturur. (Diğer ikisi önceki yazılarımızda üzerinde durduğumuz vezin ve kafiyedir.) Bu ikisi içinde ise mânâ mukaddemdir. Çünkü zihin ve gönle evvelâ o doğar. Zaten -bir önceki sayıda belirttiğimiz üzere- lâfız, onun ses formuna bürünmüş bir göstergesidir (dâll). Medlûl (gösterilen mânâ) olmadan dâll olamaz. Mânânın önceliğinin bir delili de budur. Ancak hüner, mânânın en uygun kelimeler seçilip onların en isabetli şekilde dizilmesiyle dile getirilmesindedir. Bunda ne kadar başarılı olunursa o kadar edebî ve belâgatli bir söz söylenmiş olur. Bunun beşer tâkatinin yetmeyeceği bir derecesi de vardır ki, o da müslüman ulemânın müstakil bir literatür oluşturdukları Allah kelâmı Kur’ân’a mahsus olan i‘câzdır.

_____________________

1 Bkz. Harun ÖĞMÜŞ, Muhâdarât fî Ulûmi’l-Kur’ân ve Târîhi’t-Tefsîr, İst: MÜİF Yayınları, 2015, s. 67-9.

2 Osman GÜMAN, (Abdülkāhir el-Cürcânî’nin Delâilü’l-İ‘câz’ının tercümesinin tanıtımında), İst: Litera, 2015, s. XVIII.