Şanlı Mâzîmizden Seçme Nükteler-NEDEN CÂİZ DEĞİL?

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Câfer-i Sâdık -rahmetullâhi aleyh- 702 yılında Medine’de doğdu. Soyu; baba tarafından Hazret-i Ali’ye, anne tarafından Hazret-i Ebûbekir’e dayanır. İlk tahsilini babası Muhammed Bâkır’dan aldı. Medine’de ilimle meşgul oldu, kendisini ilme vakfetti. Tefsir, akāid, hadis, fıkıh gibi İslâmî ilimlerin yanında fen ilimlerini de öğrendi. Kimyanın atası Câbir ve Hanefî Mezhebi’nin kurucusu İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe, talebelerinden en bilinenleridir. Tasavvuf yollarında da Altun Silsilenin mühim sîmâlarındandır.

Câfer-i Sâdık -rahmetullâhi aleyh- 765’te Medine’de vefat etti. Kabri, Cennetü’l-Bakî‘dedir.

*

Câfer-i Sâdık Hazretleri’ne bir gün bir adam gelerek;

“–Allah Teâlâ fâizi niçin haram kılmıştır?” diye sordu. Hazret şu cevabı verdi:

“–İnsanların birbirlerine karşılıksız iyilik yapmaları, ihsanda bulunmaları için. Zira fâiz haram kılınmamış olsaydı, birbirlerine karşılık beklemeden iyilik yapan kalmazdı. Yapılan her iyiliğin karşılığı olarak, menfaat bekleyen çok olurdu.”

BİLİNEN TEK NÜSHA

Ali Emîrî Efendi, 1857 yılında Diyarbakır’da doğdu. Tahsiline Diyarbekir’de başladı. Arapça ve Farsça öğrendi. Bu sırada şiire ve kitaba merak duymaya başladı. Binlerce beyitlik şiir kitapları ezberledi. Doğu edebiyatına ait birçok eser okudu, artık okuduğu her kitabı muhafaza ediyordu. Kitaba düşkünlüğü günden güne arttı. Otuz yıl süren memuriyetinde az bir kısmı hâriç maaşının tamamını kitaplara harcadı. 1908’de emekli olduktan sonra İstanbul’da Millet Kütüphânesi’ni kurdu. Yarısı yazma, yarısı matbû on bir bin eserden oluşan bu kütüphâneyi vefatına yakın vakfetti. «Hâfız-ı Kütüb» Ali Emîrî Efendi, 23 Ocak 1924’te vefat etti. Kabri, Fatih Camii hazîresindedir.

*

Ali Emîrî Efendi, Dîvân-ı Lüğâti’t-Türk’ün yeryüzünde bilinen tek nüshasını nasıl elde ettiğini şöyle anlatır:

Bir gece kıraathânede oturuyordum. Bir adam geldi ve bir kitaptan bahsetti. Kitabı ona yaşlı bir kadın otuz liraya satması için vermiş. Kitabı görmek istedim. Ertesi akşam getirdi;

“–Buyurun, inceleyin!” dedi. Kitabı elime alınca bir de ne göreyim; Türk diline, Türk şiirine, Türk atasözlerine, Türk bayraklarının resmine, Türk’ün kadîm yazısına dair Abbâsî halîfeliği zamanında yazılmış bir kitap. Kâşgârlı Mahmud’un Dîvân-ı Lüğâti’t-Türk isimli eseri. Sevincimden çıldıracağım ama fiyatı artırmasın diye, hiç belli etmeyip bayağı bir kitapmış gibi inceliyorum.

“–Ne kadar istiyorsun?” diye sordum.

“–Sahibi otuz lira istiyor.” dedi. O esnada yirmi lira param vardı. Birkaç kişiden borç istediysem de bulamadım. Kara kara on lirayı nereden tedârik edeceğimi düşünüyordum. Bu esnada Fâik Reşad Bey geldi.

“–Üzerinde on lira var mı?” dedim.

“–Üzerimde yok ama evde vardır.” dedi.

“–Haydi, hemen git getir ama çabuk gel!” dedim. Bu telâşın sebebini sordu.

“–Gelince anlatırım…” dedim.

Ali Emîrî, hâdiseyi arkadaşına şunu da ilâve ederek anlatır:

“–Kitabı Maârif Nâzırı’na götürmüş. Kitaba sahafların yirmi lira verdiğini söylemiş. Nâzır ise; «Yirmi liraya ben bir kütüphâne dolusu kitap alırım!» diyerek adamı kovmuş. Böylece kitap bize nasip oldu.”

MAAŞIN ESAS KARŞILIĞI

Ebû Yûsuf -rahmetullâhi aleyh-, 731’de Kûfe’de doğdu. Büyük dedesi Sa‘d bin Büceyr -radıyallâhu anh- sahâbeden olup Hendek Savaşı’nda gösterdiği gayretlerden dolayı Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in duâsına mazhar oldu. Sa‘d bin Büceyr -radıyallâhu anh- daha sonra ilim şehri Kûfe’ye yerleşti. Torunu Ebû Yûsuf; Kûfe’de, zor şartlarda hem geçimini sağlayıp hem ilim tahsil etti. Çektiği sıkıntılar onun ilim aşkını söndüremedi. Ebû Hanîfe’nin ders halkalarına katıldı. Hadis ve fıkıh okudu. 785’te Bağdat’a yerleşerek kadılığa başladı. Harun Reşid tarafından kurulan kādılkudât makamına getirildi. Vefatına kadar bu vazifesini sürdürdü. İmam Ebû Yûsuf, 26 Nisan 798 tarihinde Bağdat’ta vefat etti. Kabri, Bağdat’ta kendi adıyla anılan caminin hazîresindedir.

*

Adamın biri Ebû Yûsuf Hazretlerine bir sual sordu. O da;

“–Bilmiyorum!” şeklinde cevap verdi.

Adam;

“–Nasıl bilmezsin, bir de devlet hazinesinden maaş alıyorsun!” diye çıkıştı. Ebû Yûsuf, zekâ ve basîretini gösteren şu cevabı verdi:

“–Kardeşim, bize bildiğimiz şeyler için maaş veriliyor. Eğer bilmediklerimiz için bir ücret alsaydık, devletin hazinesi yetmezdi.”

İLÂÇ KUTUSUNDAKİ ZEHİR…

Osmanlı Paşası Musa Kâzım, Koniçe’de doğdu. Bugün Bulgaristan sınırları içerisinde kalan Koniçe’den çocukken ailesiyle birlikte İstanbul’a göç etti. Önce memuriyete ardından askeriyeye girdi. Şiire alâkası yüksekti. Özellikte Tanzimat’la gelen yeni düzenin; din, devlet ve memleket için iyilik değil, aksine kötülük getireceğini göz önünde bulundurup bu hususta devlet ricâlinden bazılarını şiirlerinde hicvetti. Bu hicivler yüzünden zaman zaman sıkıntıya düştü. Kâzım Paşa, 7 Mayıs 1789’da Üsküdar’daki evinde vefat etti. Kabri, Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri türbesinin hazîresindedir.

*

Reşid Paşa; devletin iyi kötü yürüyen eski âhengini güya düzeltmek adına bozarken, Türk’ü köle edecek «Tanzimat Fermanı» sistemini getirmiştir. Bu sistem o kadar yaldızlı ifadelerle ortaya konmuştur ki, köleleşen insanlar kendilerini efendi sanmışlardır.

Kâzım Paşa’nın Reşid Paşa hakkındaki kıt‘ası:

Zamânenin şu tabîb-i «Reşîd»ini gör kim,
Revâc vermek için kendi kâr u san‘atine;
Vücûd-ı nâzik-i devlet, rehîn-i sıhhat iken,
Düşürdü re’y-i sakîmi «frengi» illetine.

“Zamânenin şu akıllı (geçinen) doktoruna bak ki; kendi meslek ve sanatına itibar kazandırmak için, devletin sağlıklı sayılabilecek nâzik vücudunu, yanlış görüşü ve reyi ile frengi hastalığına (yani tevriyeli olarak) Frenk / batı hayranlığına düşürdü.”

Kanlıcalı Şair Nihad Bey’le olan şu mülâkatı da Paşa’nın karakterine ışık tutmaktadır.

Nihad Bey, bir gün Mustafa Reşid Paşa ile Boğaziçi’ne giderken Paşa;

“–Garip şey, bir zamandan beri bende bir unutma hastalığı başladı. Her şeyi unutuyorum.” dedi. Nihad Bey de;

“–Bunu ben de tasdik ederim. Hattâ din ve îmânı da Londra’da unutmuştunuz Paşam!” diyerek mukabelede bulundu. Reşid Paşa’ya bu cevap karşısında sadece yutkunmak düştü. (Kayı IX Sonun Başlangıcı, Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL, s. 148)