KUŞAK FARKI MI BOZULMA MI?

Halil KAŞIKÇI

Son zamanlarda gençlerle yaptığımız toplantı ve seminerlerde mevzu; edep, saygı, küçüğü-büyüğü tanıma mevzuuna geldiğinde karşımıza çıkan veya gençlerin sığındığı şey; «kuşak farkı, zamana uyma» gibi mazeretler.

Hâlbuki «kuşak farkı veya o devir de öyleydi» ve «şimdiki zaman» gibi hayat tarzı farkları, insan hayatı boyunca daima vardır ve olacaktır.

Edep ve saygı kültürü; bu terimlerin üzerinde ve her zaman varlığını hissettiren bir anlayıştır, tarzdır, hayat biçimidir. Hattâ şahsiyettir, haysiyettir, iffettir.

Allah dostu, nezâket ve vefâ timsâli Musa Efendi -kuddîse sirruhû-; kişilerin yalnız isim ile çağrılmasını bile kabalık olarak kabul eder, muhakkak o isme «hacı, efendi, bey, kardeş» gibi sıfatlar katılmasının doğru olacağını düşünür ve kendisi de o şekilde hitap ederdi. İncelik, zarâfet ve edep bunu gerektirirdi.

Şimdilerde bakıyorum da olmaması gereken yerlerde; «Edep yâ Hû!» levhaları asılı. Hâlbuki tekkelerde, tasavvufî cemiyet ortamlarında olması gereken bu îkaz levhası; ihtiyaç hissedildiği için olsa gerek, neredeyse insan olan her yerde asılı. Bu ihtiyacın bir sebebi olmalı. Esas bizleri düşündürmesi gereken de bu sebeplerdir.

“Ağaç yaşken eğilir.” de o ağacı eğecek olanlar, acaba kendileri yaş iken eğilmişler midir?

1970 sonları ve 1980 başlarında doğan kimselerden sonrakilerde, yokluğu bilen veya yaşayan hemen hemen yoktur. Yokluk, tavsiye edilen ve istenen bir şey değildir ama; sabrı, eşyanın nasıl kullanılacağını, nimetin nasıl tüketileceğini, olmayana nasıl bakılacağını, diğer taraftan da çalışmayı, gayreti, hamd ve şükrü öğretmesi bakımından mühimdir.

Cemiyet öyle bir şekilde tüketmeye alıştırıldı ki, arkasından yetişmek mümkün değil. Kâfirde olmayan bizim değerlerimiz; bir şekilde modalarla reklâmlarla, televizyon ve akıllı telefonlarla tersine döndü. Onların değerleri ise, bizim dünya görüşümüz ve meşgalemiz oldu. Tamamen nefse ve dünyaya hizmet eden zihniyet; bizden, gençlerimizden; edebi, hayâyı, an‘aneyi, saygı ve sevgiyi aldı götürdü. Anne-baba münasebetleri, ağabey-abla irtibatları tamamen şahsî menfaatler üzerine kurulu, ben merkezli hâle geldi.

Babalarına ismi ile hitap eden evlâtlar; akşam sofralarında ailesini toparlayamayan babalar; tamamen kendilerini tatmin için toplantılarda tafra satıp, hava atan anneler oldukça biz daha çok diz döveriz!

Bir babaya, bir anneye, bir öğretmene, bir hocaya, bir büyüğe, bir bakkal veya berber amcaya, bir akraba büyüğüne nasıl hitap edilir, nasıl tavır alınır, bilemeyen ve bilmeyi de benimsemeyen nesiller yetişir!

PEKİ BİZ NEREDEYİZ ALLAH AŞKINA!?.

Talebesine dersini yapmadığı için teessüf eden bir öğretmeni; «Teessüf ederim!» dediği için mahkemeye veren bir anne-baba (veli) ne yaptığını zannediyor? Çocuğunu korumuş mu oluyor yoksa ilerideki hayatı için bir şey öğretmiş mi oluyor? Servetin, paran; seni kullanmayacak! Eğer buna müsaade edersen, vay senden sonraki neslin hâline!..

Gerek etrafıma baktığımda, gerekse yazılı ve görüntülü basında takip ettiğim kadarı ile varlıklı ailelerin anne ve babaları, yani birinci kuşaklar; edep ve âdâp bilen, yeri geldiğinde de yaşayan kişiler. Ancak, hele ikinci ve üçüncü nesillerin maalesef pek çoğunun; ne örfü, ne âdeti, ne hatır-gönlü, ne saygı ve hürmeti bilmeleri, hele hele yaşamaları hiç mümkün değil! Çünkü ya bilmiyorlar ya da umursamıyorlar. Peki, bu faturayı kim ödeyecek veya kimler ödüyor?!.

“Ne ekersen onu biçersin, ne verdin ki ne istiyorsun?!.”

Şimdi size bir misal vereyim:

Akrabalarımızdan dedemin teyzesi olan pîr ü pak bir ihtiyarımız vardı. Kendisine «Hatice Hala» diye hitap ederdik. İki-üç ayda bir gelir, bizde üç-dört gün misafir kalırdı. Kendisini çok severdim. Bize geldiğinde, gitmesin diye ayakkabılarını saklardım. Yaşı seksenlerdeydi, beli bükülmüştü. Toprağa baktığı için bastonunun boyu kırk santim kadardı. Yani yürürken yüzünü görmek mümkün değildi. Bu pîr ü pak ihtiyarımız ile yaşadığım bir hâdiseyi anlatayım:

Bizdeki misafirliği bitmişti, Hatice Hala evine dönecekti. Benim okulum ile halamın evi aynı yerdeydi. Arada bir cadde var, geçilmesi lâzım. Sabah erkenden, yollar tenha olsun diye, tahminen benden on beş-yirmi dakika evvel halamı yolcu ettik. Ben de daha sonra okula gitmek için evden ayrıldım. Caddeye geldim, baktım ki halam orada bastona dayanmış bekliyor. «Acaba bir şey mi oldu?» diye korktum ve eğilerek;

“–Hala ne yapıyorsun burada?” dedim. Bana şöyle bir baktı;

“–Oğlum erkeklerin arasından geçilir mi, nasıl geçeyim? Onların geçmesini bekliyorum!” dedi. Koluna girdim;

“–Gel halacığım! Caddenin erkeği biter mi?” dedim ve karşıya geçirdim. Geçerken de halam;

“–Voo! Voo! Voo!” diyerek şaşkınlığını ifade etmeye çalışıyordu. Seksen yaşlarında beli bükülmüş bir ihtiyar, bir erkeğin önünden geçmemek için dakikalarca beklemiş. İşte hayâ ve edep! Alabildiğin kadar ders al, yaşayabildiğin kadar yaşa!

Bunları şimdiki zamanda beklemek mümkün mü, hayır. Ama o bekleyiş şimdi; otobüste bir yaşlıya yer verme, yaşlı bir büyüğün hatırını sorup elini öpme, taşıyamadığı bir yükünü taşıma, bayram ve mahdut zamanlarda ziyaret etme şeklinde olamaz mı? Özlenen ve hasreti çekilen de budur!

Allah -celle celâlühû- neslimizi muhafaza eylesin. Vatanını, milletini bilen, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sevgisi ile O’nun yolunda giden, merhametini, muhabbetini yaşayan evlâtlarımızı bizlere bağışlasın. Âmîn…