SALLANDIRMAK LÂZIM!

Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

–Selâmün aleyküm!

–Hı! Efendim! Aleyküm selâm Ahmet. Buyur oturmaz mısın?

–Otururum elbet Hikmet Ağabey de sen iyi misin? Derin dalmışsın…

–Sorma Ahmet Bey. Kederliyim… Bizim oğlan…

–Hayırdır inşâallah bir şey mi oldu? Geçmiş olsun!

–Vallâhi bir şey mi oldu? Birçok şey mi oldu? Tam bilemiyorum; ama bir bildiğim varsa artık evlâtlarımıza çok da yetişemediğimiz. Bir yerlerde yanlış yaptığımız kesin; «kıymak» ile «kıyamamak» dengesinde yanlış yerde durmuşuz galiba.

Zamanında oğlumu «yatılı kurslarda kalsın» diye vermiştim. O zaman liselere giriş imtihanına girmiş, yüksek de bir puan almıştı. Aslında gittiği yurdu çok sevmişti ve ezber kabiliyetinin yüksek olduğu söylenmişti; ama hanım dedi ki:

“Ben evlâdıma kıyamıyorum. Ne yer? Ne içer? Nasıl uyur? Hem bak yüksek puan aldı, iyi liseleri de tutturuyor. Yarın bir gün hâfızlığı yapamazsa ne olacak? Senden şikâyetçi olursa ne diyeceksin? Hazır aldığı puan da hebâ olacak?..”

Hanım bir anda bütün endişelerini sıraladı. Büyük oğlan da kardeşinin aklına girmiş, -artık ne dediyse- bizim küçük oğlan vazgeçmiş. Benim en büyük hayalimdi bir hâfız babası olmak. Yüreğim yana yana kabul etmek zorunda kaldım. O sene oğlan iyi ve meşhur bir liseye hak kazandı ve girdi. Aradan iki yıl geçti. O gün bugündür oğlumu sabah namazlarına kaldıramıyorum, hiç vazgeçmedim. Ama bu sabah beni çok üzen bir şey oldu; sabah oğluma seslendim;

“–Tamam baba kalkıyorum!” dedi. Kapısının önünde bekledim. Vakit çıkıncaya, güneş doğuncaya kadar. Odasından çıkmadı… Kahvaltıya oturduğumuzda sordum:

–Oğlum sabah namazını kılabildin mi?

–Evet baba kıldım!

Hiçbir şey diyemedim!

“–Oğlum senin odanda tuvalet yok, lavabo yok, abdesti ne ara aldın?” diyemedim.

Ben biliyordum ki o yaz programında kaldığı kursta, beş vakit namaz cemaatle kılınıyordu. Namaz vakti oldu mu; talebesi, hocası, aşçısından müstahdemine kadar herkes namaza iştirak ediyordu. Bir kişi gelmesin, namaza başlanmıyordu ve bu şuur herkeste yer etmişti. O zaman bir izin dönüşü biraz geç kalmıştık. Oğlum bana;

“–Baba haydi acele et! Ne olur? Namaz yoklamasında adımın geç kalanlar arasında okunmasını istemiyorum. Çünkü ben gitmezsem beni beklerler. Arkadaşlarımın hakkına girmek istemiyorum!” demişti. Ben de birkaç defa denk gelmiştim, beraber kılmıştım. Hakikaten çok hoşuma gitmişti.

Bu şuuru o kısacık sürede işlemişlerdi oğlumun gönlüne. O gün bir vakit namaza geç kalmamak için çırpınan oğlumu; bugün ben namaza kaldıramıyorum ve bana yalan söylerken istifini bozmuyor, gözünü bile kırpmıyor. Gayet mütebessim bir şekilde;

“–Kıldım!” dedi geçti.

–Ağabey bazen insan uykusunda, yakaza hâlinde, rüyasında namaz kıldığını görebiliyor. Öyle sanmıştır da söylemiştir…

–Her gün mü öyle oluyor dersin? Bu söylediğine sen inandın mı?

–…

O sırada kapı çaldı.

–Buyurun.

–Selâmün aleyküm. Bugün bölgemizdeki Kur’ân kursunda «Hâfızlık İcâzeti Programı» olacak. Size de davetiye gelmişti. «Hatırlat!» demiştiniz, katılacak mısınız?

–Evet, aklımda. Mutlaka katılmalıyız.

–O zaman en geç yirmi dakika sonra çıkmamız gerekiyor.

–Tamam, inşâallah.

–Ahmet Bey, sen de buyur istersen.

–Olur, neden olmasın? İcâzet programına olan ilgin…

–Bu icâzet çok önemli benim için.

–Merak ettim doğrusu…

–Eğer oğlum o sene kursta kalsa idi bu icâzete o da katılacaktı. Oğlumun dönem arkadaşlarının icâzeti…

–Öyle mi? İrtibatı koparmamışsın! «Takiptesin Hikmet» diyorsun yani…

–Fırsat oldukça üç-beş bir şeyler vermeye çalışıyorum. Hiç kopamadım, ara sıra yine kursun camisine gidiyor, o delikanlılar ile beraber namaz kılıyorum. İçimde kaldı be Ahmet Bey… Oğlumun o bembeyaz cübbe içerisindeki hayali gözümün önünde. Ben gidip-geldikçe öğrenciler de tanır oldu. Her gittiğimde beni ilgiyle karşılamaları, o edepleri alıp götürüyor beni.

–Doğru, yakın tarihimizde yaşananlar akla geldikçe etkilenmemek mümkün değil!

–Ne günlerdi be? Üniversite yıllarımda sağ-sol kavgaları olurdu. Az can yanmadı… Taraflar arasında; «Sizi sallandıracağız!», «Bunları sallandırmak lâzım!» derlerdi. Gençliğin çok büyük bir imtihanı, zor bir dönemiydi. Bugün de bu imtihan farklı şartlar altında devam ediyor. Birileri, birilerini sallandırmanın plânlarını yapıyor hâlâ…

Bugün etrafıma bakıyorum da, çabuk unutmuşuz yaşanan sıkıntıları. O gün uğruna can verdiğimiz dâvâlara ne oldu? Nerede o;

“Ah şu ortam bir değişse neler yapmazdım. Şöyle fedâkârlık yapardım, böyle koştururdum, gecelerimi gündüzlerime katardım…” diyenler…

–Yok değil; ama yok denecek kadar az…

–Biz o zamanlarda sırf hâfızlık yaptığı için ayak bilekleri, balta saplarıyla odun kütüklerinde kırılmış hocaların hâtıralarıyla büyüdük. Kalacak yerleri olmadığı için su sarnıçlarında hâfızlık yapan hocaların hâtıralarıyla…

Bugün ortam değişti, şartlar değişti. Kur’ân hizmetleri kolaylaştı, imkânlar bollaştı. Farelerle kucak kucağa yatılan cami tuvaleti yanı yatakhânelerden, klimalı yatakhânelere geçildi. Kolej ortamlarındaki gibi sınıflar, artık kurslarda standart oldu. Ama bunların yanında değişen başka şeyler de oldu elbet; meselâ o hizmet edeceklerin bakış açıları. Yıllardır bir türlü istedikleri ortamları bulamadılar mı ne? Herkes önce mesai konuşur olmuş. Tatiller çok önemliymiş, olmazsa olmazmış. On tane adam bir araya gelip de bir iş yapacak, keyif konuşmaktan işlere sıra gelmez olmuş. Bırakın herkes işini yapsın. Adamakıllı yapsın. Sonra gençlikten şikâyetler silsilesi… Bu gençlik senden-benden ne gördü ise onu yapacak! Ne verdin de ne bekliyorsun?

Bakıyorum okullarda her şey rehberlik öğretmenlerinden beklenir oldu. Koskoca okullarda bir tane rehber öğretmeni, tüm talebenin derdine çare olacakmış da. Diğer hocalar… Onların branşı ayrı… Yahu zaten biz velilerin durumu içler acısı. Bizim kendimize faydamız, ayrı bir tartışma konusu. Peki, kim meşgul olacak bu gençlikle? Onların zihin ve gönül dünyalarındaki boşluklar nasıl dolacak? Kim dolduracak?

–Hazret-i Ömer’in bu konuda bir hâtırası var:

“Peygamber Efendimiz
mü’min­lerin gelecekte yapacak olduğu büyük işlerden bahsederken, etrafıma bakardım; kimi zayıf, kimi çelimsiz, kimi fakir, kiminin yiyecek bir lokması yok… «O’nun bu anlattıklarını bizler gerçekleştiremeyiz; herhâlde Cenâb-ı Hakk’ın bir yerlerde orduları var da onlar gelip yapacak…» diye gönlümden geçirirdim. O müjde dolu hedeflerin ilk halkalarının o gün oradaki bir avuç kimseler olacağına ihtimal bile veremezdim.” Galiba bu iş bize bakıyor Ağabey…

–Çok doğru söyledin Ahmet Bey! Birileri bugün öyle güzel boşluk dolduruyor ki… Sonra da biz evlâtlarımıza tek kelime edemediğimiz gibi girdiğimiz maymunumsu şekiller de cabası. Ana bilmez, ata bilmez bir nesli kendi ellerimizle inşâ ediyoruz. Gurur duyulası bir tablo… Sonra da çok çalışanlara lâf atıyoruz. «Öyle iş mi olur canım. Ne öyle gece-gündüz koşturmacalar. Maço olmamak lâzım, macera aramamak lâzım! Ne gerek var bu kadar abartmaya vs vs…»

Bırakalım da adamlar lâyıkıyla hizmet etsinler, işlerini yapsınlar. Kendimiz, birçok ayarımızı mesai ile sınırlandırdığımız gibi; adamları da gece-gündüz çalışıyor diye eleştiriyoruz. Bu gençlik pohpohlama ile nereye kadar gidecek? Doyumsuz, duygusuz, merhametsiz bir neslin hesabını hangimiz verecek? Al işte ben! Daha oğluma sabah namazını kıldıramıyorum! O yüzden ben bu adamlara saygı duyuyorum. Gücümün yettiğince paramla, en azından yanlarında bulunarak destek olmak istiyorum. Onların yanında bir nebze olsun içimdeki fırtına diniyor.

–İnsanın sadece Allah rızâsı için yapabildiği bir şeyler, gidebildiği bir yerler olması çok güzel. Biz iş-güç hengâmesinden unuttuk bunları. İnşâallah ben de geliyorum.

O gün ikisinin de umutlarını yeşerten çok hoş bir icâzet programı oldu. Çekilen çilelerin artık meyveye durduğu gündü. O günkü hâfızlar; sabırla üzerine düşenleri yapan hocaların, anne ve babaların müstesnâ bir eseriydi… Kim bilir hangi keskin virajlardan döndüler, hangi uçurumların kenarlarında nöbet tuttular? Ve hâfızların sebât ipine sarılmış yürekleri… Elbette kolay yetişmedi, yetişmiyordu ve yetişmeyecekti…

Ahmet Bey;

–Evet, ben de bugün birilerini; «Sallandıralım!» diyorum hem de cân u gönülden. Bu hâfızları öyle bir yetiştirelim ki; cennet bahçelerinin eşsiz ağaçlarına salıncaklar kurulsun ve onlar oralarda neşe içinde sallansınlar. Belki bizlere de şefaat ederler…

–Sahip çıkalım da kendilerini sınır nöbetçileri ile müsâvî tutan, uykusuzluğa âşık bu insanlar bir şeyler yapsınlar. Âşık değilsek bari bulaşık olmayalım da Allah korkusu taşıyan nesiller, lâyıkıyla yetişsin. Çok ihtiyacımız olacak… çok…