ŞAİR ve DİL

Prof. Dr. Harun ÖĞMÜŞ harunogmus@gmail.com

Dil, bir millete ait kültür değerlerinin en mühimidir. Tarih boyunca milletçe meydana getirilen her ne varsa muhafaza edip, sonraki nesillere aktaran odur. Bu itibarla o; milletin hem hâfızasını teşkil eder, hem de o hâfızanın esasını teşkil eden genlerin geleceğe taşınmasını sağlar.

Dilin kültürel veya -başka bir ifadeyle- topluma ait bir unsur oluşu, ait olduğu toplumun hayatı ve onun içinde bulunduğu şartlarla sıkı bir irtibat içinde olduğuna işaret eder. Deveyle ilgili birçok isim ihtivâ eden Arapçanın kar hakkında fakir oluşu bunun güzel bir örneğidir. Çünkü devenin yaşaması için son derece uygun bir coğrafyayı anavatan edinmiş olan Araplar, nakliye işlerinden başlayarak et ve sütünden faydalanmaya kadar hayatlarının birçok sahasında bu hayvandan istifade ediyorlardı. Kar ise yaşadıkları iklimin şartları gereği görmedikleri; muhtemelen komşu ülkelerde tanıyıp duydukları bir nesne olduğu için yaşantılarında çok az yer tutmuş, dolayısıyla onun dillerine yansıması da oldukça mahdut kalmıştır.

Bu nokta; dilin hayatla olduğu kadar, zihinle olan bağına da işaret eder. Zira kullandığımız her bir kelime, aslında zihnimizde düşündüğümüz bir mânânın ses formundaki bir sembolünden ibarettir. Zihnimizde olmayan bir mânânın dilimizde de bir karşılığı olmaz. Şu an bu satırları yazmakta olduğum bilgisayar, her bir harfini yazmamı sağlayan parmaklarım altındaki tuşlar, önümde gördüğüm ekran vb. benim zihnen tanıdığım nesnelerdir. Dilimle telâffuz ettiğim «bilgisayar, tuş, ekran» kelimeleri zihnimde var olan bu mânâları gösterir. Ben o mânâları bilip onlarla bu kelimeler arasındaki bağı kuramazsam, onlara dair kurulmuş cümlelerin anlamına ulaşamam. Zihnimin o mânâları bilmesi ise dış dünya ile irtibatına dayanır. Dış dünyada bilgisayarı ve ona ait unsurları tanımadan onların zihinde tasavvuru ve haklarında fikir edinilmesi mümkün olmaz. Dış dünyadaki varlıklarla dil arasında zihnin aracılık ettiği böyle çok yakın bir ilgi vardır. Soyut konuların algılanışının zorluğu, çocukların önce somut nesneleri öğrenmesi ve örneklerin daha kolay anlaşılması bu sıkı bağdan ileri gelir. Çünkü soyut konular, somut olanların üzerine bina edilerek anlaşılır. Meselâ -zâtını duyu organlarımızla algılayamasak ve aklımızla kavrayamasak da-; «Allâh’ın varlığı, bir saat gibi muntazaman çalışan yaşamakta olduğumuz şu mükemmel âlemin zorunlu bir gereğidir.» deriz.

Şu hâlde bir lisânın zenginliği, onu konuşanların dış dünyada tanıdıkları varlıklarla doğru orantılıdır. Dış dünyada ne kadar çok varlık görüp tanımışlarsa, zihinlerinde o kadar mânâya sahip olmuşlar, o mânâların her birini ifade etmek üzere de dillerinde o kadar kelimeye ihtiyaç duyup üretmişlerdir. Bu itibarla Bakara Sûresi’nde sözü edilen Hazret-i Âdem’e isimlerin öğretilmesi, o isimlerin delâlet ettiği varlıkların tanıtılmasını ve onların zihnen kavranmasını da içine alır.

Dilin zihin vasıtasıyla dış dünyaya bağlı oluşu sebebiyle; dile yansıyan her şey, o dili konuşanların özelliklerini gösterir. Başta atasözleri ve deyimler olmak üzere şiirler ve diğer edebî mahsullerden hareketle onları ortaya koyan milletin hayata bakışlarını, düşünüş biçimlerini, inançlarını, yaşayış şekillerini, tecrübelerini, medenî seviyelerini, neye, ne şekilde tepki verip, nasıl hareket edeceklerini tespit etmek mümkün olur.

Dilin dış dünya ile bu sıkı bağı, onun zaman içinde kırılmalara ve değişmelere uğramasının da en başta gelen sebeplerinden biridir. Bir dili konuşan toplumun veya onların fertlerinin başka milletlerle ilişkileri, hayat şartlarında meydana gelen değişiklikler, ilmî gelişmeler dil üzerinde doğrudan etkili olur. Bazı kelimeler zamanla kullanım alanından çıkar, yerine yeni bazı kelimeler kullanılmaya başlanır, bazı kelimelerin anlamları değişir, bazılarının anlamları genişler, diğer bazılarının ise daralır. Bu yönüyle dil, canlı bir organizma gibidir. Bir canlının hücreleri sürekli nasıl yenileniyorsa dil de sayılan faktörler sebebiyle asırdan asra, devirden devire değişiklik gösterir. Şu kadar var ki, bu değişiklik tabiî seyri içinde olmalıdır. Dışarıdan yapılan müdahalelerle gerçekleşen değişiklikler, geçmişin hâfızasının geleceğe taşınmasını sağlayan beyin hücrelerine öldürücü bir etki yapar. Anadolu’ya geldiği zamanlardaki kekremsilikten büyük ölçüde tabiî seyri içinde kurtulup incelerek kıvamını bulan Türkçenin, Cumhuriyetin ilk devirlerinde maruz kaldığı müdahaleler bu nevi tahripkâr bir tesir meydana getirmiş ve uydurma kelimeler bir kargaşaya yol açmıştı. Çünkü dil, onu konuşan toplumun iletişim vasıtasıdır. Konuşanın kullandığı kelimeleri muhatabı bilmeli, onlarla kastedilen mânâ her iki kişinin nezdinde de aynı olmalıdır. Yoksa anlaşma sağlanamaz. Toplumca hiç bilinmeyen kelimeler ihdâs edilmesinin; lâfız-mânâ örtüşmesinin gerçekleşmemesinden daha büyük bir kargaşa meydana getireceği açıktır. Böyle bir müdahale olmadığında da yeni kelimeler çıkacak veya kelimelere yeni anlamlar yüklenecek, onların anlamlarında genişleme ve daralmalar olacaktır. Ancak o takdirde bunlar, belli bir süreç içinde ve bağlamına göre meydana geleceğinden anlaşmazlıklara yol açmayacak, bilâkis bir gelişme ve zenginleşme olarak tecellî edecektir. Nitekim zamanla bu müdahalelerden vazgeçilmiş, Türkçe de yeniden tabiî akışında seyretmeye başlamıştır. Bununla birlikte çağımızda bilhassa bilgi teknolojisi sahasındaki gelişmeler, dilimiz üzerinde âdeta bir müstevlî etkisi yapmaktadır. Bunun için özellikle gençlerimizin dil eğitimi üzerinde titizlenmek gerekmektedir.

Buraya kadar zikrettiklerimizden anlaşılacağı üzere; içinde yetiştiği toplumun bir ferdi olan şair, olmayan yeni bir dil inşâ etmez. Bilâkis kullandığı dili toplumdan hazır olarak alır ve şiirlerini onunla örer. İsterse toplumun dilinde beğenmediği, itiraz ettiği kelimeler bulunsun! Eğer onlar topluma mâl olduysa ve toplumun dilinde canlı alternatifleri yoksa, iktizâ etmesi ve şiir üslûbuna uygun olması hâlinde onları da kullanır. Şairin sözlerini aynı dildeki diğer sözlerden ayırıp şiir yapan, kelimelerinin seçimi (tenkîh-i
kelimât), birbirine uygun şekilde tertibi ve yakaladığı üslûptur.

Gerçi;

•İslâm öncesi Arap şairlerinin müşterek bir edebî dil oluşturduklarından bahsedilmesi,

•Klâsik şiirin özellikle bazı asırlarda oldukça ağdalı bir hâl alarak konuşma dilinden iyice uzaklaşması,

•Tasavvufî remizlerin zuhuru, ortak iletişim dilinin dışında temâyüller olarak görülebilir.

Ancak bunların hiçbirinde şiirin mânâsının tamamıyla topluma kapatıldığı iddia edilemez.

➢Câhiliyye şiirinde bahsi edilen müşterek edebî dil, kabîleler hâlinde yaşayan Arapların farklı lehçeler konuşuyor olması sebebiyle edebî mahsûllerini daha baskın ve daha kabul görmüş olan Kureyş diliyle vermek istemeleridir.

➢Klâsik şiirin dili ağdalandığı zamanlarda seçkinlerden oluşuyor olsa da hitap ettiği bir çevre hep olmuştur.

➢Tasavvufî remizler; mutasavvıfların bazı kelimelerle özel olarak kastettikleri mânâlar olmakla birlikte, bunlara yer verilen şiirlerin, başkalarınca o kastedilen anlamlarla ve hattâ ortak iletişim diliyle anlaşılması önünde bir engel yoktur.

Şiiri «mânâyı hedeflemeyen, sözden ziyade mûsıkîye yakın, herkesin farklı bir mânâ çıkarabileceği bir edebî eser» olarak gören Ahmed Hâşim gibi şairler bile -yaptıkları tariften anlaşılacağı üzere- büsbütün mânâdan vazgeçmiş değillerdir. Mânâyı bütünüyle ihmal edip; şiirini yalnız kendine malûm bir Esperanto ile inşâ edenler, oldukça marjinal kalırlar.

Şüphesiz dili geliştiren en önemli faktörlerin biri de şair ve ediplerdir. Ancak onlar bunu dilin tabiatında olmayan bir şekilde; «Ben bu kelimenin anlamının böyle olmasını arzu ediyorum, keyfim böyle istiyor, şu mânâda yeni bir kelime ihdâs ediyorum.» diyerek yapmazlar. Bilâkis kelimelere yeni mânâlar yükler ve onların anlamlarında genişleme ve değişmeler meydana getirirken; bunu yine dilin sahip olduğu teşbih, mecaz ve kinâye gibi imkânlarla yaparlar. «Ay» anlamına gelen «mâh» ve «servi» kelimelerinin sevgiliye benzetilmesi, sonunda klâsik şiirde artık «sevgili» mânâsına gelmesi buna örnek verilebilir.

Şair ve ediplerin dili geliştirmeleri, artık dilde ölü hâle gelmiş kelimeleri kullanmakta ısrar etmeleriyle de olmaz. Çünkü o kelimeler; dilin organik vücudundan atıldıysa ve dilin asıl sahibi olan toplumda anlaşmayı sağlama fonksiyonunu yitirdiyse, artık onun kullanılmasının bir faydası yoktur. Bu sebeple kullanılmasında hataya düşülmesi de büyük ihtimal dâhilindedir. Çünkü böyle bir tercih; artık tamamıyla ölmüş ve konuşanı kalmamış eski Mısır, Sümer ve Yemen dilleriyle eser vermeye benzer. Evet, bu dillerde yazılmış kitâbeler modern dönemde çözülmüştür. Ancak bir metnin çözülmesiyle, o metnin dilinde edebî bir eser vermek birbirinden çok farklıdır.

Nitekim; söylediği şiirleri, XV. asırda yaşadığını iddia ettiği Râbia Hâtun’a atfeden ve bu şekilde;

Pâyın sadâsı gelse de sen hîç gelmesen

gibi oldukça şâirâne eserler veren İsmail Hâmî DÂNİŞMEND, XV. asra uymayan bir falsolu kullanımıyla kendisini ele vermişti.

Serdettiğimiz bu fikirlerin, neşrettiğimiz eski tarzdaki bazı şiirlerin diliyle örtüşmediği ileri sürülecektir. Ancak bu tür şiirleri, bir geleneği sürdürmek üzere, onun rûhumuzda estirdiği havanın şevkiyle ve bu uğurda hata yapmayı göze alarak söylediğimiz unutulmamalıdır. Kaldı ki, kadîm şiir -dinamikleri ve temsilcileri azalsa da- Yahya Kemal’in;

Sönmez seher-i haşre kadar şi‘r-i kadîm,
Bir meş‘aledir, devredilir elden ele.

dediği gibi hiç sönmemiş ve sönmeyecektir.

Bir devri veya o devrin anlayışını aksettiren eserlerin o zamanın diliyle yazılması, bazı sanatkârlarca benimsenen bir anlayıştır. Meselâ Yahya Kemal, Yavuz Sultan Selim’in seferlerini anlattığı Selimnâme’sini hâdisenin geçtiği zamandaki dille, Lâle Devri’ni anlattığı gazel ve murabbâlarını o devrin diliyle söylemiştir. Ancak bu, bir prensip olarak iltizam edilmesi hâlinde mevzubahistir. Yoksa şekil, muhtevâ ve edâsı kadîm olan her şiirin mutlaka dilinin de eski olması gerekmez. Nitekim mecmûamızda neşredilen eski tarz şiirlerimizin birçoğunda dilde sadeliğinin korunduğu görülecektir. Kaldı ki geçmiş asırlarda bile, bütün olarak günümüz Türkçesinde yaşayan kelimelerle söylenmiş şiirler olduğunu görürüz. Ancak edâ ve muhtevânın gerektirdiği bazı kelimeler vardır ki ne yazık ki artık onlar bugün yaşamamaktadır. Onların yerine tercümelerini koymak edâyı ortadan kaldırır ve tatsızlık oluşturur. Meselenin bu yönü örnekleriyle ayrıca ele alınmayı hak edecek kadar ehemmiyetlidir.