RUHSAT VAR DA ŞARTLARIYLA VAR!..

Asım UÇAROK

Son birkaç asırdır, İslâm âleminde ve ülkemizde birçok sahada içtimâî yapımıza yönelik ithamlar ve reform teklifleri yapılmaktadır. Bu sahaların başında kadın mevzuu gelmektedir.

İslâm’a en çok hücum edilen hususlardan biri de, İslâm’ın «teaddüd-i zevcât»a yani erkeklerin birden fazla evlenmesine izin vermesi meselesidir.

Birçok din muârızı ve İslâm düşmanı tipin; dînimizin teklif ettiği toplum yapısına (şeriata) dair ilk kurduğu cümlelerden biri; «Şeriat gelirse, erkekler dört kadın alacak!» gibi câhilâne ifadelerdir.

Evvelâ unutulmamalıdır ki;

İslâmiyet cihanşümuldür. Uydurukçasıyla evrensel. Yani hiçbir örfün, hiçbir coğrafî mıntıkanın mahkûmu olmayan, cihanın neresine gidilse orada muvaffakiyetle tatbik olunabilecek bir yapı. Dolayısıyla, İslâmiyet, her türlü ihtiyacı kapsayacak bir ruhsat genişliği ihtivâ eder.

Yine unutulmamalıdır ki;

İslâmiyet’in ilk muhataplarının, teaddüd-i zevcâtın dört hanım sınırı da olmaksızın tatbik edildiği bir toplum olduğudur. Yani onlar sınırsız sayıda evlenebiliyorlardı. Tıpkı İslâm’da kadına bakışı tenkit eden batı toplumunda; sınırsız zinâ, sınırsız beraberlik anlayışının olduğu gibi!

İslâmiyet; teaddüd-i zevcâtı teşvik etmemiş, bilâkis, 4 ile sınırlandırmış ve ağır şartlara bağlamıştır. Bu şartlara riâyet edememekten korkanlara sarih bir şekilde, tek evliliği teşvik etmiştir. (Bkz. en-Nisâ, 3)

“İslâm niçin bu ruhsatı vermiştir?” suâline cevaben şunları hatırlayalım:

İnsanlık tarihi incelendiğinde, teaddüd-i zevcâtı îcâb ettiren bazı hâllerin vukû bulduğu görülür:

Tarihte; bilhassa harpler, dış dünyada maruz kalınma ihtimali daha fazla olan ve tedavisi bilinmeyen hastalıklar ve iş kazaları gibi sebeplerle, erkeklerin ölüm nisbeti, kadınlara göre daha yüksekti. Günümüzde de bu nisbî fark azalsa da mevcuttur. Dul kalan hanımların ve sahipsiz yetimlerin himaye edilmesi için, evlilik başlıca çarelerden biriydi.

Evlenilen hanımların, çeşitli mahrem hastalıklara yakalanmaları, kısır olmaları gibi hâllerde; erkeğin, bu hanımını boşamaksızın, ihtiyaçları ve zürriyeti için başka bir hanım daha alması, karşılaşılabilen ihtiyaçlardandı.

Bilhassa maddî imkânları geniş olan erkeklerin, daha çok evlâda sahip olmak ve dolayısıyla daha güçlü olmak arzusu da çok evliliği ihtiyaç hâline getiriyordu.

Çok evlenmek; bazı toplumların yaşadıkları iklim, örf ve âdetlerinin, kültürlerinin de neticesi olabilmektedir. Araplarda çok eşlilik, o gün de bugün de yaygın olmasına rağmen, İslâm ile müşerref olduktan asırlar sonra dahî Türk milleti, çok evliliğe fazla rağbet etmemiştir.

Teaddüd-i zevcâta güya izin vermeyen toplumların; aslında gizli metres tutulması, flört ve fuhuş gibi zinâ çeşitlerine kapıyı açık tuttukları görülmektedir ki, bu çok çirkin ve riyâkâr bir vaziyettir. Bu hâl, adâletin gözetilmediği çok eşlilikten bile daha kötü bir neticedir. Çünkü birinde zarar; ferdî kalırken, diğerinde içtimâîdir.

Zinâyı külliyen yasaklayan İslâm’ın; ağır şartlara bağlı bir ruhsat olarak, çok eşliliğe izin vermesi, şeriatın fıtratı gözetme ve âlemşümul olma vasıflarının da bir gereğidir.

İslâm; bu ruhsatı verirken, onun kadınlar açısından mahzurlarını da en aza indirmek için, adâleti şart koşmuştur. Yine adâletin gözetilmemesi durumunda, mahkemeye müracaat ederek, adâleti veya feshi talep etme hakkı vermiştir.

Yani İslâm bir sistem vaz etmiştir. Bugün çok evlilikle alâkalı dile getirilebilecek problemler, o sistemin bazı unsurları ihlâl edildiği için vukûa gelmektedir.

Günümüzde hususen bizim gibi, örfen çok eşliliğe pek de âşinâ olmayan toplumlarda çok eşlilikle alâkalı problemlere temas edelim:

Bu hususta bilinmesi lâzımdır ki;

Nikâhta aleniyet ve ilân esastır. Gizli nikâh, câiz değildir. Şahitlerin bulunması nikâh akdinin şartıdır ve şahitlere, gizli tutmalarının tembih edilmesi kabul edilemez. Birçok âlime göre böyle bir nikâh, «dost tutma» denilen çirkin zinâ çeşidini andırmaktadır.

Günümüzde, İslâm’ın tesettür, gözü indirme, ihtilât ve halvetten kaçınma gibi tedbirlerine riâyet etmeyen, sekreter, iş arkadaşı vb. nâmahremlerle bakışan, ihtilât içinde lâubâlî, gevşek hâllerde kalbî meyillere kapılan ve sonunda baş başa kalan kişiler; gayr-i meşrû hâllere dûçâr olmakta, sonra da, İslâm’ın ikinci evlilik ruhsatına sığınarak, içinde bulunduğu hâle, meşrûiyet kazandırmaya çalışmaktadır.

Bu meşrûiyetin gerçekleşebilmesi için; o ruhsatı veren dînin, koyduğu şartlara da riâyet edilmesi zarûrîdir.

Dînin işine gelen noktasını alıp, işine gelmeyen noktasını almamak ve bilhassa bunu yaparken;

«Nasıl olsa bana bunun hesabını soracak şer‘î bir merci yok!» diyerek, mevcut durumdan yararlanma kurnazlığına sığınmak; ne ahlâkîdir, ne dînîdir, ne de insânîdir.

Aslında şunu itiraf etmeliyiz ki, bu tarz «ikinci evliliklerin» örfen var olup da İslâm’ın tescil ettiği çok eşlilikle bir alâkası yoktur! O toplumlarda her iki hanım da, kişinin hanımı olarak bilinip tanınmakta, evliliğin bütün haklarına sahip olmaktadır. Ülkemizdeki örneklerin çoğunda ise; kişi, toplumda ilk eşiyle evli bilinmekte, ikincisini ise ancak dar bir zümre bilmektedir.

Böyle bir nikâh;

•Gizli, saklı olmamalıdır.

Zira gizlilik her hâlükârda tarafları mağdur eder. Evlilik; mehirden iddete, nafakadan mîrâsa, nesepten hısımlığa birçok mühim hukukî netice meydana getirir. Gizlilik, bu neticelerin maddî ve mânevî bakımdan ihlâline sebebiyet vermektedir.

Meselâ; evlenen kişi ölse, -gizli hanımı- mîrastaki hakkını alamaz. O evlilikten evlâtlar olmuşsa onların da nesep ve mîras haklarını müdafaa zorlaşır. Gizlilik türlü haksızlıklara yol açar.

Böyle bir nikâhta;

•Hanımlara sağlanan bütün maddî ve mânevî haklar, eşit ve adâletli olmalıdır. Zevcin (kocanın); birine (meselâ yeni evlendiğine) daha fazla ihtimam gösterip, ona maddî ve mânevî olarak fazla alâka göstermesi diğerine haksızlık demektir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Üzerine düşüp uğraşsanız da (evlendiğiniz) kadınlar arasında âdil davranmaya güç yetiremezsiniz; (fakat) bari birisine tamamen kapılıp da diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın!

Eğer arayı düzeltir, günahtan sakınırsanız; Allah şüphesiz çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (en-Nisâ, 129)

•Günümüzde mer’î kanunlar, ikinci evliliği kayıt altına almamaktadır. Bu da kayıt altına alınmayan eşlerin, bir mağduriyet hâlinde, müracaat edebilecekleri bir merciin bulunmamasına sebebiyet vermektedir. Bu durumu istismâr edenler, kıyâmet günü hesap vereceklerini unutmamalıdır.

Hâsılı, birden fazla evlilik; Kur’ân’ın teşvik ettiği değil, ancak zaruret hâllerinde, adâlet şartıyla verdiği bir ruhsattır. Zinâ haram olduğu gibi, hak ve adâleti çiğnemek de haramdır. Gönül kırmak, ihânet ve hıyânet manzaralı, gizli-saklı işler yapmak da haramdır.

En başta, İslâmiyet’in çok eşliliği örfen benimsemiş bir topluma nâzil olduğunu belirtmiştik. İslâmiyet, cihanşümuldür velâkin tebliğine elbette bir toplumdan başlamış ve oradan bütün cihana yayılmıştır. O toplumun bir ferdi olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, ilk hanımı Hazret-i Hatice Vâlidemiz ile tek eşli olarak yaşamıştır. Ancak onun vefatından ve Medine’de aynı zamanda bir devlet reisi olduktan sonra, Peygamberimiz; Rabbimiz’in kendisine tanıdığı bir hususî hak ile dokuz hanıma kadar evlenmiştir.

Peygamber Efendimiz’in, Hazret-i Hatice’den sonra evlendiği bu hanımların çoğu dul, çocuklu ve yaşlı hanımlar idi. Fakat bu evliliklerin hepsi, çeşitli gaye ve hikmetlere mebnî idi. Asla şehvet ile alâkalı değildi.

•Hazret-i Âişe gibi İslâm’ı tebliğ edecek hocahanımlar yetiştirmek,

•İslâm’ın aile hayatı ve kadınlara mahsus hâller gibi mevzulardaki tebligatını hanımlar eliyle gerçekleştirmek,

•Peygamberimiz’in Hazret-i Ömer gibi yakın arkadaşlarıyla münasebetini kuvvetlendirmek,

•Bazı kabîle reisleriyle akrabalık kurarak, onların gönlünü İslâm’a ısındırmak,

•Hicret diyarında sahipsiz kalmış veya zevci şehid düşmüş fakat metânet göstermiş dul ve sahipsiz hanımlara sahip çıkmak… bu asil gayelerden birkaçıdır.

Peygamberimiz; ömrünün büyük kısmında, Hazret-i Hatice Vâlidemiz’le tek evli olarak yaşamıştır. Daha sonra gerçekleştirdiği izdivaçlar ise, nübüvvet vazifesi ve siyâsî gayelere istinâd eder. Hattâ bu sebeple O’na has olarak, Cenâb-ı Hak dört tahdidi de koymamıştır. Buna rağmen, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; eşleri arasında son derece adâletli davranmış, haksızlık yapmaktan Allâh’a sığınmıştır.

Bu sebeplerle; teaddüd-i
zevcât, ittibâı emredilen bir sünnet olarak da görülmemiştir. Kaldı ki, Efendimiz’in Hazret-i Hatice’yle izdivâcı da tek eşli evliliğin nümûnesidir. Ömrünün büyük çoğunluğunu ihâta eder. Yine Hazret-i Ali, Peygamberimiz’in kızı Fâtıma’nın üzerine evlenmemiştir.

Unutulmamalıdır ki;

Asıl farz ve sünnet olan; hanımlara adâlettir, onlarla hüsn-i muâşerettir.

Çok eşlilik hususu; hele de bugün İslâm’a bir târiz ve taarruz vesilesi yapılırken, bu ruhsatı, beraberindeki şartlara riâyet etmeksizin kullanmak; kul haklarının yanı sıra, İslâm’a da dil uzatılmasına sebebiyet vermek açısından da büyük bir vebaldir.

Diğer taraftan; bütün şartlarını hâiz olarak, İslâm’ın tanıdığı bu ruhsattan istifade eden kişilerin ise kınanması doğru olmaz. (Bkz. el-Mü’minûn, 6; el-Meâric, 30)

Peygamber Efendimiz’in Vedâ Hutbesi’nde hanımlarla alâkalı mübârek sözleriyle yazımızı bitirelim:

“Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allâh’ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allâh’ın emriyle helâl kıldınız.”