MÜ’MİN KARDEŞİMİZE KARŞI SON VAZİFEMİZ

Doç. Dr. Mustafa CANLI canli20@hotmail.com

BİR HADİS:

أَنَّ أَبَا هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ قَالَ : قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:

« مَنْ شَهِدَ الْجَنَازَةَ حَتّٰى يُصَلِّيَ فَلَهُ ق۪يرَاطٌ وَمَنْ شَهِدَ حَتّٰى تُدْفَنَ كَانَ لَهُ ق۪يرَاطَانِ »

ق۪يلَ : «وَمَا الْق۪يرَاطَانِ ؟»

قَالَ : « مِثْلُ الْجَبَلَيْنِ الْعَظ۪يمَيْنِ »

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ın bildirdiğine göre Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“–Kim namazı kılınana kadar cenazenin yanında bulunursa, ona bir kîrât; kim de defnedilinceye kadar cenazenin yanında bulunursa, ona iki kîrât sevap vardır.”

“–İki kîrât ne kadardır?” diye sorulduğunda Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“–İki büyük dağ kadardır.” cevabını vermiştir. (Buhârî, Cenâiz, 58)

BİR MESAJ: “Mü’min kardeşine karşı son vazifelerini yerine getir, Cenâb-ı Hakk’ın
hoşnutluğunu kazan!”

Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misâli o musallâ taşında.
(Cahit Sıtkı TARANCI)

Fermân-ı ilâhî gereği her nefis ölümü tadacaktır. (Âl-i İmrân, 3/185) Her insan, imtihan için geldiği şu fânî dünya hayatını bir gün olup terk edecek ve âhirette yaptıkları ile yüzleşecektir.

Rûhu bedeninden çıkan insanın cansız bedenine cenaze denir. Yüce dînimiz İslâm’da hangi inanca sahip olursa olsun cenazeye saygı duyulur.

Mevzuyla alâkalı aktarılan rivâyetler arasında şöyle bir hâdise nakledilir:

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir gün ashâbıyla birlikte otururken oradan bir cenaze geçer. Peygamber Efendimiz, saygı için hemen ayağa kalkar. Ashâb-ı kiram o cenazenin bir gayr-i müslim cenazesi olduğunu söylediklerinde, âlemlere rahmet olarak gönderilen Fahr-i Âlem Efendimiz;

“–Olsun o da insan değil mi?” buyurur. (Müslim, Cenâiz, 78)

Şüphesiz her cenaze, insanoğlu için bir ibret levhasıdır. Her cenaze, lisân-ı hâliyle şöyle seslenir bizlere:

“Ey insanoğlu! Unutma bu dünya hayatı fânî. Hayat ne kadar hızlı geçti. Bak ben öldüm. Unutma bir gün sen de öleceksin! Bir gün sen de öleceksin…”

Onun için ibret almak lâzım, ölümü tefekkür etmek lâzım. Allah Teâlâ; bizleri ibret alanlardan eylesin, ibret alıp tefekkür edenlerden eylesin.

Vefat eden insan, artık yaptıklarının hesabını vermek üzere âhirete intikal etmiştir. Bundan sonra, geride bıraktığı yakınları ve din kardeşlerinin üzerine düşen bir takım vazife ve mes’ûliyetler söz konusudur.

Aslında bu vazifelerden bazıları, din kardeşi rûhunu teslim etmeden önce terettüb eden vazifelerdir. Bu mânâda müslüman, ölmek üzere olan yani son nefesine yaklaşmış olan (muhtazar) din kardeşinin yanında kelime-i tevhid ve kelime-i şahâdeti okur. Buna telkîn denir.

Son nefesinde müslüman kardeşinin imân üzere gitmesi bakımından telkîn, mühim bir vazifedir. Zira ölüm ânı çok şiddetli bir andır; ölüm sancısı çok şiddetli bir sancıdır. Bu şiddetli sancı sebebiyle mü’min kardeşin, kelime-i tevhid ve kelime-i şahâdeti unutabilir veya gaflete düşebilir. Müslüman, sadece hatırlatmakla yükümlüdür. Onun için müslüman, ölmekte olan din kardeşine; «Şunu söyle! Bunu söyle!» diye bir zorlamada bulunmaz. Nitekim Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır:

“Siz ölmekte olana kelime-i tevhîdi telkin edin, hatırlatın.” (Müslim, Cenâiz, 1)

Müslüman, vefatından sonra din kardeşinin cenaze teçhiz işlemlerini ibâdet aşkıyla deruhte eder. Bu mânâda; uygun bir yıkama yerinin bulunması, yıkama esnasında kullanılacak malzemelerin temin edilmesi, kabir kazılması gibi hizmetleri, büyük bir sükûnet ve huşû içerisinde yerine getirir.

Cenaze, İslâmî usûllere göre yıkanır ki buna gasil denir. Bununla cenazenin, abdestli ve tertemiz bir şekilde Rabbinin huzûruna çıkması murâd edilir. Ölen bir müslüman kardeşini yıkamak, diğer müslümanlar üzerine farz-ı kifâyedir. Cenazenin yıkandıktan sonra kefenlenmesi de müslümanlar üzerine düşen mühim bir vazifedir. Buna da tekfîn denir.

Cenaze; yıkanıp kefenlendikten sonra tabut denilen dört tarafı kapalı bir kutuya konulup, duâ ve istiğfarlarla sükûnet içerisinde, cenaze namazının kılınacağı yere götürülür. Bu esnada alkış, yüksek sesle zikretmek veya tekbir getirmek gibi şeyler asla uygun olmayan şeylerdir. Bütün bu vazifelerin sükûnet içerisinde ve huşû ile yerine getirilmesi esastır. Onun için ibret almak, tefekkür etmek lüzumludur. Bu mânâda müslümanın; meselâ günümüz deyimiyle empati yapıp, tabuttaki cenazenin yerine kendini koyması, derûnî bir tefekkür olacaktır.

Cenaze namazı kılmak da müslüman üzerine farz-ı kifâyedir. Bu bakımdan eğer bir kişi dahî olsa cenaze namazı kılacak insan olmazsa, o muhitte yaşayan bütün müslümanlar, bunun mes’ûliyetini yüklenmiş olurlar, bu gaflet ve ihmallerinden dolayı muâheze edilirler. Cenaze namazı aslında ölü için bir duâ mahiyetinde olup; müslümanın, din kardeşinin günah ve kusurlarının bağışlanmasını Allah’tan dilemesi, ona karşı son vazifelerinden birini yapmasıdır.

Cenaze namazını kılıp sonrasında kabre taşımak, yani cenazeyi teşyî etmek de müslümanlar üzerine farz-ı kifâye olan bir ameldir. Bu; müslüman üzerine bir vecîbe olduğu gibi, serlevhâ hadîsimizde de vurgulandığı gibi, sevabı büyük bir ameldir.

Kabre kadar getirilen cenaze, önceden kazılan kabre gömülür ki buna defin denir. Müslüman cenazesi mümkün mertebe müslüman mezarlığına veya müslümanlar için ayrılan bölüme gömülmelidir. Çünkü bir cenazenin en çok muhtaç olduğu şey duâdır. Din kardeşlerinin olduğu bir yerde, bu rahmet ve mağfiret iklimi daha yoğun yaşanır. Semâya duâlar daha çok yükselir.

Defin esnasında cenaze, yüzü kıble tarafına gelecek şekilde sağ tarafı üzere kabre konulur. Cenazeyi kabre koyan kişilerin;

“Bismillâhi ve alâ milleti Rasûlillâh” (Allâh’ın adıyla ve Allah Rasûlü’nün dîni üzere) şeklinde duâ okumaları müstehaptır.

Cenazeyi kabre tabutla koymak veya kabrin etrafını mermerle kuşatmak, mekruh görülmüştür. Çünkü topraktan geldik yine toprağa döneceğiz. Onun için ölünün cansız bedeni, toprak ile temas etmeli. Yani aslına rucû edip yine toprağa dönmeli. Kabre konulan ölünün üzerine direkt toprak düşmesin diye, cenazenin üstüne sıra sıra tahta konur. Tahtalar konduktan sonra kabrin üstüne toprak atılmaya başlanır. Cenazeyi defneden müslümanların üç avuç dahî olsa kabre toprak atması müstehaptır.

Bütün bu işlemler; büyük bir sükûnet, ibret ve huşû içerisinde yerine getirilir. Kabrin deve hörgücü gibi topraktan bir-iki karış yükseltilmesi menduptur. Kabrin baş tarafına, kimin olduğu belli olsun diye bir kabir taşı konabilir. Buraya herhangi bir resim vs. konması mekruhtur. Bunun gibi şeyler, ölüye fayda sağlamaktan uzak olan şeylerdir. Yukarıda da ifade edildiği gibi ölünün duâya ihtiyacı vardır. Arkasından yapılacak hayır ve hasenâta ihtiyacı vardır.

Onun için müslüman, kabre konulur konulmaz din kardeşi için duâ ve istiğfâr etmelidir. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cenazeyi defnettikten sonra bir müddet cenazenin mezarı başında bekler ve orada bulunan din kardeşlerine şöyle seslenirdi:

“Kardeşiniz için yüce Allah’tan mağfiret isteyiniz ve kendisine sükûnet vermesini dileyiniz. O, şimdi sorguya çekilmektedir.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 67)

Cenaze defin işlemleri olduktan sonra, yakınlarına tâziye verilir. Bu, bir nevi ölünün yakınlarına bir tesellî ve bir başsağlığı dileğinde bulunma mânâsı taşımaktadır. Dînimizde her işte olduğu gibi tâziye hususunda da bir âdap vardır. Gerek ölünün yakınları gerekse tâziye için gelen insanlar; bağırıp çağırma, yaka paça yırtma gibi uygun olmayan davranışlarda bulunmamalıdır.

Tâziye esnasında -özellikle ilk günlerde- ölü yakınlarının gelenlere yemek vermesi, dînimizde mekruh görülmüştür. Bu hususta müslümanların hassas ve düşünceli davranıp cenaze evine yemek getirmeleri, uygun bir davranış olup aynı zamanda sevabı olan bir amel-i sâlihtir.

Müslümanın, din kardeşinin vefatından sonra da üzerine düşen birtakım mükellefiyetleri vardır. En başta, ölünün arkasından iyilikleri dile getirilmelidir. Zira Sevgili Peygamberimiz, ölülerin hayırla anılmasını tavsiye buyurmuştur. (Tirmizî, Cenâiz, 34)

Ölünün yakınları; ölünün arkasından fakirlere sadaka verme, cami ve okul yaptırma gibi onun hayrına olabilecek hayır ve hasenatta bulunabilirler. Böylece bütün yapılan bu hayırlar, ölen kişiye sevap olarak gidecektir.

Kabirleri ziyaret etmek de müstehap görülen hususlardan biridir. Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

“Kabirleri ziyaret ediniz. Çünkü kabirleri ziyaret, size âhireti hatırlatır.” (İbn-i Mâce, Cenâiz, 47) Bu bakımdan kabir ziyaretleri, geçmişlerimiz için bir duâ mahiyetinde olduğu gibi, daha çok bizim için faydalı ve mühim ziyaretlerdir. Zira asıl olan Hazret-i Ebûbekir’in dediği gibi kendimiz için kabir hazırlamak değil, kendimizi kabre hazırlamaktır.

Şu bir hakikat ki müslüman kardeşimizi âhirete uğurlarken sükûnet ve huşû içerisinde yerine getirilen bütün bu hizmetler; din kardeşi olarak bizim üzerimize düşen vazife ve mes’ûliyetler olduğu gibi, aynı zamanda serlevhâ hadîsimizde de açıkça belirtildiği gibi büyük sevabı olan birer amel-i sâlihtir.

Cenâb-ı Hak, cümle geçmişlerimize rahmet eylesin ve îmân üzere gitmemizi cümlemize nasip ve müyesser eylesin!

Yazımızı bütün geçmişlerimize ve vefat ettiğimizde bize de bir duâ olması niyaz ve temennîsi ile Sevgili Peygamberimiz’in bir cenaze için yaptığı şu duâ ile bitirelim:

“Allâh’ım! Onu bağışla, ona acı ve onu affet, ona afiyet ver, vardığı yerde ona ikramda bulun, yerini (kabrini) geniş eyle. Onu su, kar ve dolu ile yıka. Beyaz elbisenin kirden arınması gibi onu hatalarından arındır. Ona bu dünyadaki evinden daha hayırlı bir ev, ailesinden daha hayırlı bir aile, eşinden daha hayırlı bir eş ver. Onu kabir imtihanından ve cehennem azâbından koru.” (Müslim, Cenâiz, 86)

Âmîn…