Medenî Bir Ölçü; DİĞERGÂMLIK

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Her medeniyet, kendi kültürü ile vücut bulur; bu çerçevede kendi insanını inşâ eder, kendi müesseselerini kurar. Geliştirdiği teknoloji ile kazandığı güç sayesinde; dünyaya hâkim olma, nüfuz sahasını genişletme mücadelesini yürütür. Mânâlarını doldurdukları, kendine mahsus mefhumları ile kendilerini tanıtırlar, tarif ederler.

Mâzîde, ulvî gayelerle mücehhez olan şanlı medeniyetimiz; insanlığı rahmet iklimiyle kuşattı, tesis ettiği huzur ve adâletle, insanlığa hâlâ hasretle yâd edilen asırları yaşattı. Allah Teâlâ’nın eşref-i mahlûkat olarak yarattığı insanı merkeze alan medeniyetimiz; ilâhî buyruk çerçevesinde, bütün hizmetlerini onu yüceltmeye hasreden mukaddes dâvânın yürütücüsü oldu. Gözyaşı akıtan bir mazlum, ıstırap çeken bir mağdur kalmaması için geliştirilen içtimâî müesseseler öyle hayırlı neticeler ortaya çıkardı ki; bu nizam, bu emsalsiz faaliyetlere izâfeten, vakıf medeniyeti olarak da adlandırıldı. Güdülen «i‘lâ-yı kelimetullah» dâvâsının mensupları olan ecdâdımızın samimiyet ve hasbîliklerinin bir tezâhürü olarak; insan hakları, sadece müslümanlar için değil, bütün insanlar için bahis mevzuu edildi. Öyle ki; savaşlar, vâkî olan şekliyle, karşı tarafın istîlâsı ve bütün varlığı ile yok edilmesine yönelik değil; zulmün kaldırılıp, adâletin tesisi, gönüllerin rahmet iklimiyle huzura kavuşması için bir vasıta oldu. Tabiî ki, bu ulviyâtın îcâbı olarak da, ihdâs edilen «savaş hukuku» mûcibince; cidalde sadece savaşan unsurlar hedef alındı, siviller ve tabiat varlıkları, mahlûkata şefkat çerçevesinde hâriç tutuldu.

Batının nizamını, aslında medeniyet olarak tavsif etmek de doğru değildir. Kendi dünyevî, maddeci kültürleri esas alınarak tesis edilen merhametsiz, bencil, nefsânî sistemleri; tabiatı îcâbı, insan değil madde merkezli bir yapıdır. «Gaye uğruna her şey serbest» mantığına göre şekillenen bu sistemde, mefhumlar da ikiyüzlü ve sahte yüzleriyle mânâ bulmuştur. Bu cümleden olarak, tebcîl ettikleri kendi düzenleri; dünyada hak sahibi olarak sadece kendilerini tanımaktadır. «Tarihin Sonu» teziyle, kendi düzenlerini insanlığın son medenî mertebesi olarak göstermelerine rağmen; merhum Mehmed Âkif’in tavsifiyle, «tek dişi kalmış canavar» olmaktan çıkamamışlardır.

İnsan hakları; batının üzerinde fevkalâde hassâsiyetle durur göründüğü bir mefhumdur. Bu fazîletin arkasına sığınarak, ülkeleri işgal eder; her ülke için insan hakları karneleri hazırlar. Ancak, kendilerinin hakkını gözettikleri topluluklar, önce yahudi ve hıristiyanlar; sonra da müslümanlar dışındaki diğerleridir. Öyle ki; kendi ülke vatandaşları arasında bile, bu insafsız ayırım geçerlidir.

Batının değerlendirmesi ile, her içtimâî sınıf için yılın bir günü ayrılmış; o gün, onlar için kendilerini ifade ve taltif günü olarak kabul edilmiştir. Ancak ne insafsız bir tecellîdir ki; bir tarafta anne, baba, çocuk, yaşlı, engelli, kadın… gruplarına tahsis edilmiş günler kutlanırken; diğer taraftan İslâm coğrafyasında bu insanlar «misket», «varil», «fosfor» bombaları gibi… kullanılması savaş suçu sayılan kitle imhâ silâhlarıyla katlediliyorlar. Bu yaman tenâkuzu; Çanakkale savaşlarında, bazı insaf sahiplerinin, zehirli gaz kullandığı için kendisini savaş suçu işlemekle suçladıkları İngiliz devlet adamı Churchill şöyle açıklamıştı:

“Haklısınız, ancak Türkler insan sayılmaz ki…”

Zamanımızda «empati» olarak adlandırılan ve «kendisini, karşıdakinin yerine koymak, onun bakış açısından bakmak» diye ifade edilebilecek davranış şekli; cemiyette sevgi ve dayanışma temelini tesis edebilmek, insanların doğru şekilde anlaşılabilmesi, kurulacak münasebetlerin sağlıklı yürütülebilmesine yönelik olarak üzerinde çok durulan bir mevzudur. Ancak bu husus, bizim medeniyetimizin temelinde yer alan bir fazîlettir. Diğergâmlık, merhamet, şefkat, hasbîlik, fedâkârlık… gibi güzel hasletler, bu fazîletle beraber bir bütündürler. Cemiyetimizin can damarı mesâbesindeki vakıf müesseselerini de bu çerçevede mütalâa etmek lâzımdır. Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh-’ın bununla alâkalı olarak;

“Muhâcirler ve ensardan, imkân sahibi olup da, vakfı bulunmayan bir tek kişi bilmiyorum.” (İbnü Kudâme, el-Muğnî, V, 598) şeklindeki tesbiti, bu bakımdan önem arz eder. Ferdin içtimâîleşmesi de bu hâlet-i rûhiye ile mümkündür. Bunu, gönül ehlinden Ebu’l Hasan Harakānî -kuddîse sirruhû- Hazretleri şöyle ifade eder:

“Türkistan’dan Şam’a kadar birinin ayağına diken batmış ise, o diken benim ayağıma batmıştır; birinin ayağına çarpan taş, benim ayağımı incitmiştir; bir kalpte hüzün varsa, o hüzün benim hüznümdür.”

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir rahmet cemiyetinin inşâsına yönelik olarak;

“Kardeşinin gıyâbında duâ eden hiç bir mü’min yoktur ki, melek de; «Bir misli de sana olsun!» demesin.” (Müslim, Zikir, 86-88) buyurur.

Yine hadîs-i şerifte; cemiyetten haset ve kıskançlığın silinip, yerine diğergâmlığın ikāmesi sadedinde şöyle buyurulur:

“Sizden biriniz; kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek mânâda îmân etmiş olmaz.” (Buhârî, Îmân, 7) Bu cümleden olarak, nefsin doymak bilmez iştihâsını tatmin gayreti içindeki batı hayat tarzından farklı olarak; diğergâmlık ve hasbîlik, şanlı medeniyetimizin şahsiyet ölçüsü, fârik vasfı hâline gelmiştir.

Kur’ân-ı Kerim’de, İslâm şahsiyeti ile alâkalı olarak;

“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” (Âl-i İmrân, 134) buyurulur. Nitekim bu müjdenin tutuşturduğu gönüller, Allah Teâlâ’nın rızâsını kazanabilmek için seferber olmuşlar; imkânlarını, kendilerine zimmetli gördükleri ihtiyaç sahipleri için kullanarak, içtimâî barışın temellerini atmışlardır. Bu hususta, Medine’de, ensar ve muhâcirîn arasındaki tesis edilen kardeşlik; tarihin bir benzerini kaydetmediği, muhteşem bir örnektir. İnfakta başkalarını kendine tercih etmek, kendi hakkını başkalarına devretmek olarak tarif edilebilecek olan îsâr ise, herkesin harcı olmayıp, fazîletin zirvesinden bir örnek haslettir. Bir duâsında, ağlayarak;

“Yâ Rabbî! Benim vücudumu öyle büyüt ki; cehennemi tamamen doldursun da, orada başka insana yer kalmasın!” niyâzı işitilen Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- da bu bahtiyarlardandır.

Batıdan esen dünyevî cereyanlar; insanlığın rûhunu kavurdu, yozlaştırdı. Yahya Efendi Hazretleri’nin, Kanunî Sultan Süleyman Han’a yazdığı mektupta; mülkün zevâline sebep olarak gösterdiği «neme lâzımcılık», âdeta insanlığın ortak hâlet-i rûhiyesi oldu. Kendini, mağdur ve mazlumların yerinde düşünebilip, dertlerine ortak olabilme anlayışı zayıfladı. Ne yazık ki bir kısım çevrelerin, Suriye’deki katliâmdan kaçıp ülkemize sığınan mazlumlara karşı takındıkları menfî tavırları buna bir örnektir. Türkçemizde;

“Yiğidi öldür, fakat hakkını teslim et; el-insaf; vur, fakat önce dinle…” gibi tâbirler, milletimizin başkalarını anlama gayretinin bir tezâhürüdür. İnsana ihsan buyurulan şerefe ve mükellefiyete uygun bir fazîlet olan diğergâmlık, şanlı medeniyetimizin bir alâmet-i fârikasıdır. İnsanlığın yüz akı mesâbesindeki medeniyetimizin tekrar hayat bulması, bu fazîletin yeniden ihyâsı ile mümkün olacaktır.