BATAKLIĞI KURUTMALI

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Geçtiğimiz senelerde bir hanım kardeşimiz bana ihtiyaç sahibi bir kızcağızı yönlendirdi. Uygun ortamda çalışmak için iş arıyormuş. İstanbul’a çalışmaya gelmiş. Yaşı epeyce ilerlemiş. Şimdiye kadar ucuz-emekçi olarak rastgele işlerde çalışmış. Tahsili, kültürü, birikimi yok.

“–Çalışıp da ne yapacaksın? Kazan-harca kısır döngüsünde gençliğini tüketeceksin. Neden evlenmiyorsun?” diye sordum.

Hayat hikâyesini anlattı. Babasının psikiyatrik hastalığı varmış. Bilhassa nöbeti tuttuğunda, ne yapacağı belli olmayan biriymiş. Annesi ile iki kız kardeşini onun insafına bırakıp, evlenememiş. Çalışıp onlara bakmayı ve okutmayı ablalık vazifesi saymış. On sekiz yaşından bu yana, bu yükü omuzlamış.

“–Babanın kimsesi yok mu? Dedeniz, amcanız sizinle ilgilenmiyor mu?” dedim.

“–Tam aksine, dedem bütün malını amcamın üzerine kaydettirdi. Hattâ babamın hastalığı, o haksızlığa uğradıktan sonra daha da kötüleşti.” dedi.

Kızın babası sadece hasta değil; aynı zamanda babası gibi bazı güya dindarların ikiyüzlülüklerine kızarak, biraz da işçi sendikalarının empoze ettiği sol görüşlere meylederek, din düşmanı olmuş. Meselâ;

“–Ramazanda oruç tutmayın! Böyle uzun günlerde oruç tutulur mu?” diyormuş. Dinlemeyip tuttukları için; hanımını, kızlarını odaya kilitlemiş, iftar etmelerine izin vermemiş. Hastalık ile gaddarlık karışımı bir ruh hâli içinde…

Tuhaf olan şu ki; dedesi güya daha dindar, ama dünya malı söz konusu olunca çelişkili bir hâl sergiliyor. Bir yandan kız çocuklarına mal vermek istemiyor; diğer yandan bu kız çocuklarının hâliyle ilgilenmiyor, çalışmaya mecbur bırakıyor.

Kızın da bu yaşadıklarından psikolojisi etkilenmiş. Evlenme görüşmelerinde kavga eder gibi konuşuyor, kimseye güvenmiyor, şuuraltı erkeklere karşı epeyce dolu…

Bu aktardığım örnek gibi; daha bir sürü mağdur kadınlar, kızlar var. Sırf benim hikâyelerini bildiğim kadınların mağduriyetlerini yazsam bir kitap meydana gelir.

Ümmet-i Muhammed olarak şu âhirzamanda yaşadığımız en büyük imtihanlardan biri; kendi medeniyetimize ait olmayan zihniyet, anlayış ve hayat tarzlarının bir karışımı içinde yaşamaya çalışıyor olmamız.

Bizler, bir yandan müslümanız ama bir yandan da gelenekleri din yerine koymuş bir toplumuz. Kendi geleneklerimizi düzeltemeden, batıdan gelen cereyanlara kapılarak daha da allak bullak olmuşuz.

Maddiyatçılık, bencillik zaten nefsimizde var olan meyiller; bazen gelenekten, bazen modern hayat tarzından işimize gelen kısmı alıp karıştırıyoruz. İşin en kötüsü de; kendini muhafazakâr ve dindar sayan bazı kesimlerimiz de işine geldiği gibi hareket edip; «Ben yaptım oldu!» deyip çıkıyor. Hem de hiç vicdanı sızlamıyor.

Vicdan; Allâh’ın insanın sadrına yerleştirdiği, berraklığını yitirmediği sürece iyilik yapmaktan huzur bulan, kötülük işleyince vicdan azabıyla sahibini îkaz eden bir histir. Bu his, insana bu dünya hayatında rehberlik yapan bir pusula gibidir. Önemli kararlarda; yönümüzü vicdan pusulasıyla tayin eder, onun rehberliğinde zulüm ve kötülüklerden uzak durur, böylece selâmet sahiline ulaşırız.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde müslümanın sahip olması gereken vicdan hassâsiyetini şöyle tarif ediyor:

“İyilik, rûhuna huzur veren şeydir.

Kötülük ise; insanlar sana fetvâ verseler de, içini tırmalayan ve göğsünde tereddüt duyduğun şeydir.” (Ahmed bin Hanbel, 4; 227; Dârimî, Büyû, 2)

Dikkat edersek Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm-; “Sana fetva verseler bile…” diyor; hâlbuki biz fetvâ sormaya filân da gerek duymuyoruz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz son nefesinde;

“Elinizin altındakilerin haklarına riâyet edin.” diye vasiyet etmiş. (Bkz. Beyhakî, Şuab, VII, 477) O’nun sözünü dinlememenin cezası olarak, batıdan gelen akımlarla sarsılıyoruz.

Ümmetin uzun zamandan beri «–izm»lerle imtihanı var. Nasyonalizm, yani kavmiyetçilik bizi parçaladı. Sosyalizm, toplum tabakaları arasında düşmanlık üretti. Şimdi de feminizm, aileyi çökertiyor.

Aile, ümmetin son kalesi… Bugün dünya üzerinde; siyâsî, askerî, iktisâdî yönden mağlûp ve perişan hâldeyiz. Elimizde kalan son ümit; aile yapımızın batıya nisbeten sağlam olması, nüfusumuzun genç ve canlı olması… Ama bunu da kaybedebiliriz.

Şu anda feminizmden korkuyorsak -ki korkmalıyız- asıl onu ortaya çıkaran sebepleri ortadan kaldırmalıyız. Bunun için kendi dînimizde tutarlı olmalı, elimizi vicdanımıza koymalıyız. Yoksa herkes kendi başının çaresine bakmaya mecbur kalırsa, birbirinin yakasına yapışıp hak ister hâle gelir.

Batıda da kadınlar çalışıp kendi ayakları üzerinde durmaya mecbur kaldıkça, güçlendiler. Haksızlıklara uğradıkça; haklarını ancak savaşarak almaya mecbur kalıp, sertleştiler. Nihayetinde bugünkü manzara ortaya çıktı.

Aslında feminizm batıda müstakil bir görüş olarak değil, daima mevcut cereyanların yan kolu olarak ortaya çıktı. Meselâ J. J. Rousseau; bugünkü lâik toplumu ortaya çıkaran eşitlik-halkçılık fikrini ortaya attığı yıllarda, Mary Wollstonecraft gibi kadın yazarlar, eşitliğin kadınlar için de geçerli olması gerektiğini savundular.

Feminizmin annesi diye anılan bu kadının; annesini babasının gaddarlığından kurtarmak için yatak odalarının kapısında nöbet beklediğini okuduğumda, yukarıdaki genç kızın hikâyesine ne kadar çok benzediğini düşünmeden edemedim. Bizler de kendi «Mary»lerimizi yetiştiriyoruz ve sonra;

“Bu kızlar durduk yere niye feministleşiyor!” diye şikâyet ediyoruz.

Feminizmin yaygınlaşması asıl; I. ve II. Dünya savaşlarından sonra, milyonlarca genç erkeğin savaşta ölmesinden dolayı kadınların çalışmasıyla ortaya çıktı. O zamanki feminizm de işçi haklarını savunan sosyalizmin kadın kolu görünümündeydi. Kadınların sloganı da; «Eşit işe eşit ücret»ti.

Bugün dünyada kapitalizm ve liberalizm yaygınlaştı. Bu sefer de, maddiyatın tek değer hâline geldiği bir dünyada; maddî bir karşılığı olmayan ev kadınlığı ve annelik rolünün, mânâsız bir fedâkârlık olarak görülmesi beraberinde geldi.

Hem kadını sahipsiz bırakıp, baba ocağında veya koca evinde uğradığı haksızlıkları çözüme kavuşturmamak, hem de asla okumasın, çalışmasın demek, meseleyi çözümsüzlüğe itmek ve batıdan gelen fikirlerin önünü açmaktır. Problemlere; dînimize, yapımıza uygun çözümleri biz bulamaz isek, batıdan gelen «kopyala yapıştır» çözümleri toplumumuza tatbik etmeye hevesli birçok dâhilî ve hâricî odak hazır beklemektedir.

Sözün kısası; kendimizle çelişmeyi bırakmazsak, feminizmle savaş, Donkişot’un yel değirmenlerine savaş açmasına benzeyecek. Ya kendi dînimize uygun davranalım ve ahlâkî, vicdânî hassâsiyetle hareket edelim yahut da şikâyet etmeyelim.

Unutmayalım ki feminizm, sebep değil sonuçtur. Biz ilk domino taşını yıkan tesiri bulup ortadan kaldıralım, yıkılan son domino taşı olan feminizmi değil.

Hâlen ülkemizdeki kadınların çoğu; ev hanımlığını ve anneliği tercih ediyor. Batıda çalışan kadın oranı yüzde 60-70’lerde iken; ülkemizde kendi tarlasında çalışanları bile eklesek, yüzde 30’a ancak ulaşıyor. Çünkü hâlen ülkemizde erkekler, aile reisliği mes’ûliyetine sahipler.

Hiç unutmam, Soma’daki maden kazasında 300 kardeşimiz hayatını kaybetmişti. Ertesi gün açılan madenci işçi alımına, binlerce delikanlı müracaat etmişti. Ailesinin rızkını helâlinden kazanmak için ölümü göze alan yiğitler oldukça, kadınlarımız da aslî vazifelerine bakmaya devam edecektir.

Bu arada; aile yapımız sağlam, ahlâkî seviyemiz yüksek oldukça, anneliğe sırtını dönmedikçe, kadınların kendilerine uygun ortamlarda çalışması da büyük bir tehdit değildir. Çalışan kadınlarımızın da çoğu, ailesi için çalışıyor.

Ülkemizin batı sahillerinden bir avuç edepsiz çığırtkan kadın yüzünden, kadınlarımızın gerçek mağduriyetlerine kulak tıkamayalım. Yeter ki biz ahlâkî yapımızı sağlamlaştıralım, evlilik kadınlar için emniyetli bir sığınak olsun, haklarına riâyet edilsin; o zaman, o kadın fıtratına hiç de uygun olmayan saçma sapan sloganların, fazla yıkıcı bir etkisi olmayacaktır.

Kadınlar fıtrat olarak meveddet ve merhamet hislerine sahiptirler. Kanlarındaki hormonlarda bile annelik hormonları fazladır. Kadınlara merhamet edelim ki, o yumuşak kalpleri katılaşmasın.