MAHKEMELİK BİR TOPLUM

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Rabbimiz buyuruyor:

“Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin! Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemeniz için o malları hâkimlere (idarecilere veya mahkeme hâkimlerine) vermeyin.”
(el-Bakara, 188)

Elmalılı Hamdi Efendi, bu âyetin tefsîrinde, günümüze uzanan şu îzahlarda bulunur:

“Elbette mü’minlere yaraşan daima helâl yemektir. Muâmelâtınızda (her türlü alışverişinizde) birbirinizin malına ve hukukuna iyi riâyet ederseniz, yaptığınız akit ve sözleşmelerde haksızlıktan, nizâa sebebiyet verecek ve işi mahkemelere düşürecek fâsit şartlardan sakınırsanız; hâkimlere, hükûmetlere boyun eğmekten kurtulursunuz ve her nasılsa mahkemeye düştüğünüz zaman gerek hâkimi ve gerek birbirinizi tezvirat, şarlatanlık, rüşvet gibi esbâb-ı bâtıle ile iknâ ve ilzâma uğraşmazsanız hâkimlerinizi bozmamış, zulme meydan vermemiş, haksız yere yekdiğerinizin malını yememiş, yedirmemiş olursunuz. Hattâ mahkemede lehinize hüküm verilmiş olsa bile; sadece bundan dolayı kendinizi haklı sanmaksızın, hakikati gözetmelisiniz. Nihayet hükm ü hükûmeti yeme kapısı addetmek sûretiyle, halkın malını yemek için hükûmete tevessül ve intisabdan sakınırsanız, hükûmetiniz yükselir, hâkimiyetiniz artar, vazifeler hakkıyla görülür, ibâdullâhın işi bi-hakkın tevsiye edilir, haksızlığa set çekilir, mesut bir hayat yaşarsınız.”

Müfessirimiz, bu âyet-i kerîmenin sebeb-i nüzülü olarak da iki hâdise zikrediyor:

Rivâyet olunmuştur ki;

Abdân-ı Hadremî, İmriülkays-ı Kindî’den bir arazi dâvâ etmiş idi ve delili yoktu. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; İmriülkays’a yemin ettirmeye karar verdi, o da yemin etmek istedi, derhâl -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz;

“Allâh’a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedelle değiştirenlere gelince, işte bunların âhirette bir payı yoktur…” (Âl-i İmrân, 77) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.

Bu îkaz üzerine; İmriülkays yeminden çekindi ve mezkûr araziyi Abdan’a teslim etti. Bunun üzerine işbu âyet (el-Bakara, 188) nâzil oldu.

Bir de huzûr-i risâlete iki hasım muhâkeme olmaya gelmişlerdi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:

“Ben de sizin gibi bir beşerim, siz ise bana muhakeme için geliyorsunuz, olabilir ki bir kısmınız hüccetini diğerinden eksik ifade eder, ben de dinlediğime göre hükmederim. Binâenaleyh her kimin lehine kardeşinin hakkından bir şey hükmedersem ona bir ateş parçasını hükmetmiş olurum.” (Bkz. Ahmed, VI, 307, 320; Buhârî, Ahkâm 20)

Bunun üzerine iki taraf da ağladılar ve her biri;

“–Benim hakkım arkadaşımın olsun!” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de;

“–Haydi bakınız, araştırınız, sonra kur’â atınız, sonra da birbirinizle helâlleşiniz!” buyurdu. (Hak Dîni Kur’ân Dili, Bakara, 188)

Şu satırlar da Kur’ân Yolu tefsirinden:

“Âyetten; «Gerçekte size ait olmayan bir malı elde etmek için haksız olduğunuzu bile bile onun kendi malınız olduğunu iddia etmeyiniz, bu şekilde haksız kazanma yollarına tevessül etmeyiniz, bunu dâvâ konusu yapmayınız!» anlamı da çıkmaktadır. Buna göre bir mal başka birinin hakkı olduğu hâlde bir kimsenin bunu bile bile kalkıp onun kendi malı olduğunu iddia etmesi, meseleyi mahkemeye taşıması, haksız olduğunu bildiği hâlde haklı çıkmak için hâkim önünde dil dökmesi, avukat tutması, hele rüşvet vermesi kesinlikle haramdır.”

Peygamberimiz’in îkaz buyurduğu gibi, mahkemelik olmak, en son müracaat edilecek bir çaredir. Çünkü o, bir düğümü çözmekten ziyade kesmektir ve koparmaktır. Olabildiğince «ortadan» kesip atmak.

Hukukla iştigal edenler bilir, kazâen (muhakeme bakımından) yerine gelmiş gibi duran nice durum vardır ki «diyâneten, vicdânen» yerine oturmaz. Tersi de olur.

Öyleyse, insânî münasebetlerde, evvelâ içtimâî, ahlâkî ve vicdânî çözüm yollarına gidilmelidir. Ara bulmak, affetmek, ferâgat, bağışlayıvermek…

Fakat günümüzde batı toplumu, ancak adliye ve ekonomi ile ayakta durabiliyor. Aslında çökmüş olan bedeni, adliye ve iktisat payandalarıyla ayaktaymış gibi gösteriyorlar. Trafik mi problem? Cezalarla ıslah ediyorlar. Çevre mi kirleniyor? Cezalar, yargılamalar, tazminatlar… Birilerini toplayıp, bir yerlere tıkarak veya parayla azmış kişilere para cezaları keserek, ortalığı düzgün göstermeye çalışıyorlar. Akçeli sahada elbette bir yere kadar iş görüyor bu durum. Firmalar, cezadan korkup çevreyi kirletmekten vazgeçebilir. Fakat aile, anne-baba-evlât, karı-koca, öğretmen-öğrenci, usta-çırak, çalışan-iş sahibi münasebetleri?

Sürekli diğerini hukuken açığa düşürmeyi hedefleyen bir toplum, nasıl bir ortama dönüşür?

Hayli zamandır, fâtihâne değil, mukallidâne bir hâlde; «yönünü batıya dönmüş» ülkemizde de toplum böyle bir yargı cehennemine dönüşmeye başladı.

Misaller:

Üç arkadaş beraber uzun yola çıkmışlardı. Arabayı nöbetleşe kullanırlarken bir kaza oldu. Hamd olsun hepsi sağ sâlim kurtulmuştu.

Bir zaman sonra bu arkadaşlardan kazada direksiyon başında olmayan ikisine, bir hukuk bürosundan birer telefon geldi. Özü şu idi telefonların:

“Şoförden dâvâcı olun, kazanacağımız tazminatı kırışalım. Mahkeme ücreti de ödemeyeceksiniz!”

Birçok çalışanın kulağına da benzeri telkinler, çalıştığı iş yerinin aleyhine fısıldanıyor. “Nasıl olsa iş mahkemeleri her zaman çalışanın lehine! Hiç endişe etme kazanacaksın!”

Kazanacaksın da neyi?

Güya çalışanlar için pozitif ayrımcılık yapılıyor. Fakat git gide, iş yerleri de, çalışanların her hatasının tutanağının, kamera kaydının, listesinin tutulduğu ringlere dönüşüyor. Zaten git gide makineleşen, robotlaşan ve işsizlik problemi büyüyen dünyada bunun nihâî zararı kime dokunacak?

Bir okul müdürünün sosyal medya hesabında okudum:

“Odama kamera taktırıyorum ki, bir iftiraya uğramayayım! Artık bir kadın öğretmen veya velinin taciz iftirasına uğramak işten bile değil! Nemelâzım tedbirimi alayım!”

Sıradan konuşmalar:

“Tanıdığım biri, kaskodan arabasını yenilemek için, gitti sağlam arabayı uçurumdan attı!”

Cinnet hâli…

Son zamanlarda sıkça duyduğumuz boşanma sonrası nafaka dâvâları da böyle. Hukukî boşluğu yakala ve yapıştır!.. Süründür! Eski kocasından nafaka almayı sürdürmek için, yeni «birlikteliği»ni nikâhsız sürdürenlerden bahsediliyor.

Rabbimiz’in, Peygamberimiz’in îkazlarını ve Elmalılı’nın îzahlarını hatırlayalım: Mahkeme hükmetse de sen hak etmiyorsan, o aldığın ateştir!

Dikkat buyurun; Peygamber Efendimiz, kendi vereceği hüküm hakkında bu îkazda bulunuyor. Ya mer’î kanunlar muvâcehesinde verilecek kararlar? Hele bir müslüman için, lâik ve Avrupa’dan tercüme edilmiş hukukun vereceği kararları, temiz bir kazanç görmek mümkün mü? (Bkz. en-Nisâ, 60)

Boşanmış ailelerdeki nafaka dâvâlarına da bu açıdan bakmak gerekiyor. Yani; «İslâm’da var mı yok mu?»dan önce, böyle zorla söküp alınan bir meblâğ helâl mi?

Yoksa, boşadığı hanıma cömert davranmak Kur’ân’ın tavsiyesidir. (Bkz. el-Bakara, 236, 237) Eğer boşanmış kadın çocuğa bakacak ise, onun masrafları da makul ve örfî ölçüler içerisinde babaya aittir. (el-Bakara, 233; et-Talâk, 6-7) Yine kocaların mehirden eksiltme yapmamalarını Kur’ân emrediyor. (en-Nisâ, 4, 19-21) Yine eğer bir mağduriyete yol açılmışsa; bırakın boşanmayı, bozulan nişanda bile tazminatı gündeme alan müçtehidler var.

Fakat problem, mahkeme aracılığı ile;

«Kadın ne derse doğrudur!» diyen bir ifrâtı istismar ederek evliliği maddî çıkar elde etme yolu görmek…

Asıl problem, mahkemelik bir toplum olmak…

İslâm, mahkemeyi sona erteliyor.

Hele evlilik, mahrem bir sır. Erkek kadına bir örtü, kadın erkeğe bir örtü… Bu sebeple, o mahremiyet perdesinin arkasında çözülmeli evvelâ problemler. Eğer o raddeyi geçmişse, ailelerden soğukkanlı, olgun hakemler girmeli devreye. (Bkz. en-Nisâ, 35) Yüz göz olmadan, polisiyeye düşmeden… Aradaki hakkı, insâfı ve fazîleti unutmadan…

Mahkemelik bir toplum olmak, cinnet hâlidir. Bunca polisiye, bunca adliye işin içine girdikçe, meseleler daha da giriftleşiyor ve şiddetin kucağına itiliyor; erkekler, kadınlar ve çocuklar…

Emekli bir hâkimden dinledim:

“Küçük bir yerde hemen duyuluyor böyle hâdiseler: «Falanca evinden uzaklaştırılmış…» Artık insan içine çıkamıyor o adam. İntikam hissiyle doluyor.”

Peki ya kadın? Onu böyle bir şikâyette bulunacak kadar korkutan bir şey var: Her gün haberlerde duyulan şiddet bilânçoları…

Mahkemelik, karakolluk olmadan önceki kademeler nerededir? Nerede aileler? Nerede ak sakallı dedeler, sözü dinlenir büyükler, amcalar, teyzeler? Nerede meslek büyükleri, tecrübesine itimat edilir şahsiyetler?

Hamdolsun yine onlar varlar ki; toplumumuzda mahdut sayıdaki hâdise, umumî bir salgına dönüşmüyor. Fakat onların sayıca artması lâzım.

Ferdiyetçilik; insanımızı, başkalarının dertlerine karşı bîgâne kılmamalı.

Şu istatistikleri dolduran aile içi şiddet vak‘alarında, acaba komşular üzerlerine düşeni yaptılar mı? Acaba aile büyükleri;

“Biz bir gitseydik veya çağırıp konuşsaydık, bu korkunç neticeyi önleyebilir miydik?” diye düşündüler mi?

Şu kınadığımız nafaka dâvâlarında, o «kadının» maddî ihtiyacı olup olmadığını birisi sordu mu? Meselâ, dînen ona bakmak zorunda olan babası, ağabeyi, belki amcası?

Mahkeme, hüküm yeri. Asıl mahkeme ise, Mahkeme-i Kübrâ… Hepimiz orada mahkemelik olacağız. Ama buradan oraya ne kadar az kusur, ne kadar az zulüm, ne kadar az vebal götürürsek, o kadar kârdayız!..