YÜKSEKTEN BAKMAK OLMAZ!
Sami GÖKSÜN
Mütevâzı ve vakarlı olmak; güzel ahlâkın ve olgunluğun alâmeti olup, insanı yüceltir, kemâle erdirir. Cenâb-ı Hakk’ın ve insanların sevgisini kazanmaya vesile olur. Alçak gönüllü olanları Allah da, kulları da sever. Mütevâzı ve vakur olmak; diğer insanlara tepeden bakmamayı, onları hor ve hakir görmemeyi gerekli kılar. Gerçek kulluk da zaten bu olsa gerektir. Tevâzu ve vakar ne kadar güzel bir huy ise, bunun zıddı olan kibir ve haysiyetsizlik de o nisbette kötü ve çok tehlikeli bir hastalıktır.
Yüce Rabbimiz bu konuda Kur’ân-ı Kerîm’inde şöyle buyurur:
“Rahmân’ın has kulları onlardır ki, yeryüzünde mütevâzı yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara lâf attıklarında (incitmeksizin) onlara güzel ve yumuşak söz söylerler («selâm» derler geçerler).” (el-Furkān, 63)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bu mevzuda şöyle buyurmaktadır:
“Allah için mütevâzı olanı Allah -celle celâlühû- yüceltir. Böbürleneni Allah -celle celâlühû- alçaltır. Allâh’ı çok ananı Allah -celle celâlühû- sever.” (İbn-i Mâce)
Allâh’ın velî kulları da bu hususa son derece hassâsiyet gösterirler. Nitekim son devrin mümtaz şahsiyetlerinden olan Mahmud Sâmi RAMAZANOĞLU Hazretleri de son derece mütevâzı bir hayat geçirmiştir. O güzel insan hayatta iken onu ziyarete giden Nevşehir’in Alacaşar köyünden Nebî Amca; çok yakın bir zamanda bir akşam sohbetinde Sâmi Efendimiz’in tevâzuuyla alâkalı yaşadığı bir hâdiseyi şöyle anlattı:
“Bizim evimiz Sâmi Efendimiz’in Erenköy’deki evine yakındı, yani komşuyduk. Zaman zaman varırdım yanına. O zaman Sâmi Efendimiz’le Halıcı İbrahim Abi ilgileniyordu. İlgili abiye yalvarır yakarır, ricada bulunur, en sonunda müsaadeyi koparır ziyarete giderdim.
Ben hamal olarak, çalışıyordum. O zaman da fakirin hâli biraz garipti. Bir el arabam var, ikinci el mi yoksa üçüncü el mi eski mi eski bir ayakkabım var. Yamalı bir ceket, rengi solmuş bir gömlek… dökük bir vaziyette ziyaret ederdim.
Konya’dan rahmetli Hulusi Baybal Abi ile bir grup, Ramazan ayında Sâmi Efendimiz’i ziyarete gelmişler, sayı itibarıyla yirmi beş kişi kadar olduk. Dediler ki:
«–Akşam iftarı yaptıktan sonra Sâmi Efendimiz’in evine gidelim, teravihi orada kılalım.»
Fakir de dâhil, Efendimiz’in evine vardık, ancak mübârek insan hastalanmış;
«–Ziyaretçi kabul edemiyor.» dediler. Evin önünde grup hâlinde bekliyoruz… O grubun içerisinde Musa Efendimiz var, Kirazoğlu Abi ve oğlu Mahmud var, Öztürk Amca var, Baybal Abi var… Doktor Baybal Abi;
«–Sâmi Efendimiz pencereden baksa da görüp öyle gitsek…» dedi. Herkesin gözü de bu arada Musa Efendimiz’de, o mübârek de bir kenarda boynunu kalbinin üstüne büktü, derin bir edep içerisinde bekliyor. Ama edebinden küçücük kaldı. Fakir, edebin güzelliğini orada Musa Efendimiz’den gördüm. Allâh’ım bir insana nasıl böyle güzel edep verirmiş…
Kirazoğlu Abi;
«–Gideyim üstâdımıza durumu bir arz edeyim…» diyerek yukarıya çıktı. Huzûra girip çıktıktan sonra, Kirazoğlu Abi; gözlerinden yağmur gibi yaşlar dökerek yanımıza ağlayarak indi ve şöyle dedi:
«–Muhterem ağabeylerim! Üstâdımıza durumu bildirdim, dedim ki;
‘Sâmi Efendimiz pencereden baksa da görüp öyle gitsek…’ diyorlar.
O da dedi ki:
‘–Yaa! Olmaz öyle bir şey; pencereden bakarsak, biz yüksekte onlar enginde olur. Oysaki hepimiz aynı seviyedeyiz, yukarıdan bakanları Allah -celle celâlühû- sevmez. Ben aşağıya zor da olsa geleceğim.’ dedi. Şu an aşağıya geliyor, ne olur fazla bekletmeyelim. Elini öpen, beklemeden buradan hemen ayrılıp gitsin. Üstâdımız sizleri çok seviyor. Eğer beklerseniz, sabaha kadar burada durur gitmez!»
Sâmi Efendimiz kapıda gözüktü, hemen sıraya geçtik ve yanımıza geldi. Herkes sırasıyla elini öptü ve oradan hızlı bir şekilde ayrıldık.
Diyorum ki:
İnsan bu kadar mı mütevâzı olur? Bu kadar mı alçak gönüllü olur? Bunun yanında edep, hayâ, sevgi, saygı, terbiye, muhabbet güzel ahlâkın ve takvânın bütün inceliklerini orada Efendi Babamız’da görmek şerefine nâil olduk elhamdülillâh…”
Bu mevzuda birçok insan düşünüp hikmetli ve özlü sözler söylemişlerdir. Bu sözlerden bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum:
Sâdî-i Şîrâzî:
•Yükselmek isteyen mütevâzı olmalı. Yücelik damına çıkmak için alçakgönüllülükten başka merdiven yoktur.
Yûnus Emre:
Yol odur ki doğru vara,
Göz odur ki Hakk’ı göre,
Er odur, alçakta dura.
Yüceden bakan göz değil!..
Gönül insanları da bu konuda çok çileler çekmişlerdir. Bunlardan bir tanesi de Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’dir. Bu zât kadılığı bırakıp, dergâha teslim olan bir muhabbet eridir.
Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, kadılığı bırakıp dergâha gelmişti. Dergâh bir vesile idi maksat için…
Bu güzel insan, Üftâde Hazretleri’ne talebe olmuş ve bir müddet sırtındaki sırmalı kaftanla Bursa sokaklarında sırıkla ciğer satmıştı. Daha sonra ona dergâhın tuvaletlerini temizleme vazifesi verildi. Bir gün yine temizlik yaparken davul sesleri işitti. Kulak kabarttığında, kendi yerine tayin edilen yeni kadının geldiğini ve halkın onu karşılamaya çıktığını anladı. Bir anlık dalgınlıkla;
“–Bîçare Mahmud! Sen böyle bir mesleği bıraktın, şimdi tuvaletlerde temizlik yapıyorsun.” diye düşündü.
Fakat hemen kendini toparladı:
“–Mahmud! Sen şeyhine, nefsini ayaklar altına alacağına dair söz vermiştin.” dedi. Nefsine haddini bildirmek niyetiyle elindeki süpürgeyi bıraktı. Taşları sakalıyla temizleyecekti. Tam o esnada şeyhi Üftâde Hazretleri kapıda belirdi:
“–Evlâdım! Sakal böyle şeyler için uygun değildir. Sana bu işi vermekteki maksadımız; seni nefsinin elinden kurtarmak, önemli bir merhaleyi aşırmaktı. Sen bunda muvaffak oldun.” dedi.
Onu alıp dergâha götürdü. Geçici kadılığı bırakmış, ama ebedî sultanlık kazanmıştı. O artık bir irşâd ufku idi…
Bazen; nefse hoş gelmeyen şeylerin arkasında hakikî ikramlar, hediyeler ve lütuflar saklıdır. Sonsuzluk yolunda pâye aramayanlar o lütuflara ererler. O öyle bir noktadır ki, mânevî bir şeye ermek niyetiyle yapanlar bile o noktada kaybederler. Hedef; istenilen bir yere ermek değil, hedef sadece ve sadece Onun rızâsı ve hoşnutluğu olmalıdır.
Rabbim; bizlere ihlâslı olabilmeyi, sabırlı olabilmeyi, mütevâzı olabilmeyi, vakarlı ve şahsiyetli bir gönül eri olabilmeyi nasîb eylesin. Âmîn…