ASRIN İNSANI MÂNEVÎ HASTALIKLARA MÜPTELÂ

Doç. Dr. Mustafa CANLI canli20@hotmail.com

BİR HADİS:

عَنْ أَب۪ي هُرَيْرَةَ ، أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وسَلَّمَ ، قَالَ :

« إِنَّ الْمُؤْمِنَ إِذَا أَذْنَبَ كَانَتْ نُكْتَةٌ سَوْدَاءُ فِي قَلْبِهِ ،
فَإِنْ تَابَ وَنَزَعَ وَاسْتَغْفَرَ ، صُقِلَ قَلْبُهُ ، فَإِنْ زَادَ ، زَادَتْ ، فَذٰلِكَ الرَّانُ الَّذِي ذَكَرَهُ اللّٰهُ ف۪ي كِتَابِهِ » :

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ten nakledildiğine göre Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Mü’min bir hata işlediği zaman kalbine siyah bir nokta düşer. Eğer tevbe edip affını dilerse; kalbi bu lekeden temizlenir, cilâlanır. Ancak tekrar günaha dönerse bu noktalar çoğalarak kalbin tamamını kaplar. İşte Allah Teâlâ’nın Kur’ân’da zikrettiği kalbin kirlenmesi (paslanması) budur.” (İbn-i Mâce, Zühd, 29)

BİR MESAJ: “Kalbini mânevî hastalıklardan arındırmaya bak; yoksa kalbin kirlenir, pas tutar! ”

“Tandırdan elbisene bir kıvılcım sıçrasa, hemen onu söndürmeye koşuyorsun! Peki, dînini yakacak olan bir ateşin, yani kibir,
haset ve riyâ gibi kötü sıfatların kalbinde durmasına nasıl müsaade edebiliyorsun?” (Ebû’l-Hasan Harakānî -kuddîse sirruhû- Hazretleri)

Yaşadığımız asırda maalesef birçok insan mânevî hastalıklara müptelâ olmuş durumda. Serlevhâ hadîs-i şerîfimizde de ifade edildiği gibi kalbine düşen siyah noktaları temizleme gayretinde bulunmadığı için bu siyah günah noktacıkları, kalbinin tamamını kaplamış durumda. Bundan mütevellit asrın insanı, mutlu değil. Asrın insanının gönlünde huzur yok, sekînet yok, sükûnet yok. Gelip geçici anlık mutluluklarla, yapmacık gülücüklerle kendini avundurmaya çalışıyor ama nafile…

Asrın insanı, kendi nefsiyle baş başa kalıp şimşek gibi sorulara muhatap olduğunda bir an düşünceye dalıyor ama kendini çepeçevre saran mânevî hastalıklar onun peşini bırakmıyor. Kaldığı yerden hayatına devam ediyor. Neticede Allah Teâlâ’nın kendisine emânet ettiği koskocaman bir ömür, gel geç sevdaların peşinde tükenip gidiyor.

Evet, asrın insanı, birçok mânevî hastalığa müptelâ olmuş bir hâlde olup en başta inançsızlık, îman noksanlığı buhranı ile karşı karşıya kalmış durumdadır. Hâlbuki îmandan mahrum bir gönlün mutlak huzura kavuşması mümkün mü? Zira îmandan mahrum gönül, çorak toprak gibidir. Şair ne güzel söylemiştir:

Îmandır o cevher ki ilâhî ne büyüktür,
Îmansız olan paslı yürek sînede yüktür.

Îmansızlık, en büyük mânevî hastalıktır. Îmansızlık zehir ise panzehiri, Rabbü’l-Âlemîn olan Allah Teâlâ’ya tam bir teslîmiyetle îmân etmektir. Ancak böyle bir îman, insanı huzurlu kılar, gönlüne itmi’nân verir.

Gerçek mânâda bir îman tesis edemediğinden dolayı asrın insanının tevekkül ve teslîmiyet meselesi vardır. Asrın insanı, lüzumlu tedbirleri alıp elinden geleni yaptıktan sonra bile tam bir teslîmiyetle Rabbine tevekkül edememektedir. Böyle olunca bu durum, asrın insanında vesvese, endişe ve kaygı gibi mânevî hastalıklara sebep olmakta, gönlünden de huzuru alıp götürmektedir.

Meselâ asrın insanı; lüzumsuz yere rızık endişesine kapılıp gitmekte, lüzumlu tedbirleri alsa dahî; «Ne olacak? Nasıl olacak?» gibi soruları kendi kendine sorup durmaktadır. Hâlbuki âyet-i kerîmede geçtiği üzere;

“Şüphesiz rızkı veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.” (ez-Zâriyât, 51/58)

Öyleyse O’na îmân eden mü’minler olarak; lüzumlu tedbirleri alıp elimizden geleni yaptıktan sonra, tevekkülsüzlük ve teslîmiyetsizlik hastalığına karşı şu güzel ve veciz duâyı dilimizden düşürmemeliyiz:

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّص۪يرُ

“Allah bize yeter. O ne güzel vekildir, ne güzel dosttur ve O ne güzel yardımcıdır.”

Asrın insanı şükürsüzlük ve kanaatsizlik hastalığına müptelâ olmuş durumdadır. Mü’minler olarak hâlimize şükretmiyoruz, elimizde olana kanaat göstermiyoruz. Ne hazindir ki Rabbimiz’in;

“Ne de az şükrediyorsunuz?” ilâhî îkazını duymazlıktan geliyoruz.

Hâlbuki hamdetmek, şükretmek, bir mü’minin en temel ahlâkî vasıflarından biridir. Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, her dâim şöyle duâ ederdi:

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ

“Her durumda Allâh’a hamd ve şükürler olsun.” (Tirmizî, Deavât, 130)

Fahr-i Kâinât Efendimiz; bazı geceler ayakları şişinceye kadar namaz kılar, gözyaşı dökerdi. Yine secde ve gözyaşlarıyla geçen bu gecelerden birinde Hazret-i Âişe Vâlidemiz dayanamayıp O’na şöyle seslendi:

“–Allah; Sen’in geçmişte yaptığın ve gelecekte yapabileceğin bütün hatalarını bağışladığı hâlde, niçin kendini bu kadar yoruyorsun?”

Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mübârek başını gözyaşlarıyla ıslattığı seccadesinden kaldırıp şöyle buyurdu:

“–Yâ Âişe! Bu lütuflarından dolayı Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı?” (Buhârî, Teheccüd, 6)

Bu bakımdan mü’min; hâline şükretmeli, sahip olduğu nimetlerin kıymetini bilip kanaat etmelidir.

Büyük bir mânevî hastalık olan şükür ve kanaat noksanlığı, birtakım başka mânevî hastalıklara da sebep olabilmektedir. Meselâ insan, bu mânevî hastalıklar sebebiyle hırs ve tamahkârlık hastalığına müptelâ olabilmekte, neticede düştüğü bataklığın daha da içine sürüklenmektedir.

Bunların yanında asrın insanı bencildir. Asrın insanı, nefsinin sonu gelmeyen isteklerine boyun eğerek ferdî bir hayat sürmeyi tercih etmektedir. Bu da ona mutluluktan ziyade ızdırap vermektedir. Hâlbuki Rabbimiz’in buyurduğu gibi;

“Muhakkak ki nefis, ancak kötülüğü emreder.” (Yûsuf, 12/53)

Onun için tezkiyetü’n-nefs ipi ile nefsi dizginlemek ve kontrol altına almak lüzumlu ve hattâ zarûrîdir. Zira;

“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyana uğramıştır.” (eş-Şems, 91/9-10)

Asrın insanı tam mânâsıyla bir tüketim ahlâkına sahip olmadığı için israf etmektedir. İsraf ise büyük bir mânevî hastalıktır. Ayrıca Allah, israf edenleri sevmez. (Bkz. el-En‘âm, 6/141) Çünkü Kur’ân’ın ifadesiyle israf edenler, şeytanın kardeşleridir. (Bkz. el-İsrâ, 17/27)

İsraf öyle bir mânevî hastalıktır ki kişinin hayatından bereketi alır götürür. Çünkü israf olan bir yerde bereket olmaz. Bereket olmayan yerde de huzur olmaz.

İşte bereketsiz bir hayat süren asrın insanı bunalımdadır, mânevî bir buhran içerisindedir. Bundan mütevellit asrın insanı mutlu değildir, huzurlu değildir.

Asrın insanı büyük bir gaflet içerisindedir. Gaflet ise müzmin bir mânevî hastalıktır. Hâlbuki Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerim’de biz îmân edenlere şöyle seslenip îkaz ediyor:

“Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam Rabbini zikret, gafillerden olma!” (el-A‘râf, 7/205)

Öfke de insanı içten içe kemiren mânevî hastalıklardan biridir. Büyüklerimiz; “Keskin sirke küpüne zarar verir.” demişlerdir. Öfkelenen insan en başta kendisine büyük zarar vermektedir. Onun için nefsimize hâkim olup elden geldiği kadar öfkelenmemek gerekir. Unutmayalım ki hakikî mü’minler, Allah için öfkesini yutan kimselerdir.

Bir defasında Ebu’d-Derdâ Hazretleri, Sevgili Peygamber Efendimiz’e gelip;

“–Bana cennete götürecek bir şey öğret!” demiş;

Fahr-i Kâinât Efendimiz de kendisine;

“–Öfkelenme!” buyurmuştur. (Tirmizî, Birr, 73)

Evet, asrın insanı, yukarıda sıraladığımız mânevî hastalıkların dışında; küfür, nifak, riyâ, kibir, haset, kin, yalan ve gıybet gibi daha birçok mânevî hastalıklara müptelâ olmuş bir hâlde hayatını idâme ettirmektedir.

İşte bütün bu mânevî hastalıkların neticesinde asrın insanı gönlünü kirletmiştir. Nitekim bu acı gerçeği Kur’ân-ı Kerim şöyle dile getirmektedir:

“Hayır! Bilâkis onların işlemekte oldukları (kötülükler) kalplerini kirletmiştir.” (el-Mutaffifîn, 83/14)

Mânevî hastalıklara müptelâ olmuş asrın insanı; mânevî bir boşluk içerisinde bocalayıp durmakta, kendini geçici heveslere teslim etmektedir. Lüks arabalara binip, köşklerde otursa bile, asrın insanı; kalbinde kendini itmi’nâna eriştirecek, sekînete kavuşturacak bir huzur ortamını bir türlü elde edememektedir.

Ayrıca bütün bu ve buna benzer mânevî hastalıklar, asrın insanını mânevî hastalıklara dûçâr eylediği gibi; baş ağrısı, mide ağrısı, kalp rahatsızlıkları hattâ kanser hastalığı gibi birtakım maddî beden hastalıklarına da sebep olmuştur. Yani asrın insanı, rûhen hasta olduğu gibi bedenen de hastadır.

Ne garip bir durumdur ki bedenimizde bir hastalık olsa hemen doktora gidip çaresine bakarız da mânevî hastalıklarımızın çaresine bakmayız. Bu konuda bîgâne dururuz.

Hâlbuki mânevî hastalıkların çaresine bakmak daha da elzemdir. Çünkü eğer çaresine bakılmazsa mânevî hastalıklar, kalbin mânevî ölümüne varıncaya kadar birçok hastalığa sebep olacaktır.

Peki, çare ne?

Kalplerimizi yaratan Rabbimiz, çareyi bize bildirmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Bilin ki kalpler ancak Allâh’ın zikriyle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 13/28)

Çare; Allâh’ı anmakta, O’nu hatırlamaktadır. Çare, Allâh’ı zikretmektedir.

Çare, tam bir teslîmiyetle îmân etmektedir. Çare, âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’ya yönelmektedir. Allah bizleri Selâm Yurduna davet etmektedir. Çare, yüce Allâh’ın bu davetine icâbet etmektedir.

Çare, tezkiyetü’n-nefs kılıcını kuşanarak azgın nefse; «Dur!» deyip, nefsin hevâ ve heveslerine boyun eğmemektedir. Bir başka ifade ile çare, nefsiyle cihâd etmektedir. Unutulmamalıdır ki;

“Gerçek mücâhid, Allâh’a itaat hususunda nefsiyle cihâd edendir.” (İbn-i Hanbel, VI, 21)

Çare, istiğfâr etmektedir. Çünkü istiğfar, kalbimizi günah kirlerinden arındırır. İstiğfar, aynı zamanda hata ve günahlarımız için bir tevbedir. Onun için mü’min, her dâim istiğfârı dilinden düşürmemelidir.

Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Bazen kalbimin perdelendiği olur. Bu yüzden ben Allâh’a günde yüz defa istiğfâr ederim.” (Müslim, Zikir, 41)

Çare; tevekkül, teslîmiyet, sabır, şükür, kanaat ve müsrif olmamak gibi güzel ahlâk esaslarıyla muttasıf olup, Sevgili Peygamberimiz’in o güzel ahlâkı ile ahlâklanmaktadır.

Çare; sun‘î gıdâlardan uzak durup, tabiî ve sağlıklı bir hayat sürmektedir.

Çare; her şeyden önce bu dünya hayatına imtihan için geldiğimizi asla unutmayıp, ahirette bütün yaptıklarımızdan hesaba çekileceğimizi daima hatırda tutmaktadır.

Öyleyse her birimiz Sevgili Peygamberimiz’in şu güzel duâlarıyla Rabbimiz’e duâ ve niyazda bulunup O’na ilticâ edelim:

“Ey Rabbim! Kalbime hidâyet eyle, dilimi doğru kıl, göğsümdeki hile ve kin duygusunu gider.” (Ebû Dâvûd, Vitr, 25)

“Allâh’ım! Kalbimi kar ve dolu suyu ile yıka! Beyaz elbiseyi kirden arındırdığın gibi kalbimi günahlardan arındır.” (Buhârî, Deavât, 39)

Rabbimiz; cümlemizi maddî ve mânevî hastalıklardan muhafaza buyursun!

Rabbimiz; dilimize letâfet, gönlümüze sürûr ve sekînet lutfetsin!

Rabbimiz, cümlemizi Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ahlâkı ile ahlâklandırsın!

Âmîn…