RAKİPSİZ BİR ÂBİDE: SELÎMİYYE CÂMİİ

SEYRÎ (M. Ali EŞMELİ)

“–Bu bir efsâne!” demem, gerçeği seyretti cihan
“–Sanki bir mûcize, hayret!” dedi baktıkça bakan.
Önceden sonraya cennet bu mahâret senedi.

Dün, Selim Han, gemiler saldı sefer vakti, dedi:
«–Fethedersem», ben eğer Kıbrıs‘ı, câmî adadım,
Cân uçarken yüce Allâh’a, bu olsun kanadım.»
Bin şükür, Hazret-i Mevlâ, yine lutfetti zafer,
“–Kutlu olsun!” dedi rü’yâda Büyük Peygamber:
“–Ey Selim, sen diledin, fethi nasîb etti Hudâ,
Verdiğin hak sözü tut, eyle Edirne‘mde edâ!”
Bu nidâ, hem bugünün hem yarının âlâsı;
“–Bu ne hikmet!” dedi sultâna mübârek lalası:
“–Ben de gördüm bunu tam anlatacaktım ki size,
Siz beyân eylediniz mutlu temâşâyı bize.”
Ettiler hamd ü senâ, taştı gönülden salevât,
Bir sedâ çınladı: “–Ey usta Sinan, sende sanat!”
O da; “–Mâdem” dedi: “Peygamber-i zîşân ister,
Doğacak bir daha emsâli bulunmaz bir eser!
Duracak, yeryüzü durdukça bi-iznillâh bu!”
Göz merâk eyledi; ufkun, nicedir son kutbu?

Baktı mîmarbaşı derhal buna uygun zemine,
Geldi denk arsası, bir lâlecinin bahçesine.
O da; “–Olmaz!” dedi hep reddererek her bedeli,
Sonradan duydu işin sırrını, idrâk edeli;
“–Nakşedin lâlemi kâfî!” dedi, tüm verdi hibe,
Altı yıl sonra bu bağ; Kâbe’ye destan şûbe!

Lâle işlendi müezzinlere has mahfile ters,
Ters değil, lâlecinin secde eden hâli bu ders!
Baş eğik lâle, bu mesciddeki her secdeye nâm,
Hak edep, bizlere «Allah!» dediren doğru meram.

Bu hüner, cezbediyor herkesi her çağda yine,
Çünkü mîmarbaşımız, cân eritip harç içine,
Etti her bir taşı, refref gibi mîrâca kanat,
Şekle ruh yükledi ebcedle ne müthiş bu sanat!
Kubbenin Âdem’e dâir çapı, kırk beş ve ferah,
Altmış altıyla alemler, diyor; «Allâh!», «Allâh!»
Arş’a, doksan iki arşınla minârem, vaziyet;
Burda her lâhza; «Muhammed!» diyor âlâ meziyet!
Sesli-sessiz bu ezan tavrı, şehâdet neşesi,
“–Sen de gel, haydi bu tekbîre!” diyor her köşesi!

Hikmetin, mârifetin işte ölümsüz çınarı;
Ustalar ustasının farkı, misilsiz başarı!
Küfre heybet, ama îmânıma hürmet bu yere,
Koydu İslâm’daki beş şartı da beş hat üzere.
İki nâdîde minâremde üçer yol çıkarak,
Altı şartıyla inancın yüce îlânına bak!
Gür müezzinlere mahfilde, ayaklar on iki,
Namazın farzına olsun diye temsil bu seki!
Dört vaaz kürsüsü dört mezhebe tevhid mührü,
Rahmetin kalbine ey yolcu, bu câmî, köprü!

Şerre bir ok gibidir hayra kalem, rûha meâl,
Dört elif ince minâreyle rakipsiz bu cemâl!
Fenni çok, benzeri yok, yol boyu her gün der ki:
“–Tek taraftan bakanın aklı görür dördü iki!”
Anla; görmek bile yetmez bu hezarfen «şeref»e,
“–Yüce kubbeyle uyum, işte!” diyor her şerefe!
“–Kulağın anlamaz, aç, der; gözünün merceğini!”
Öğretir, göstererek, ilm-i ledün gerçeğini!

Buna rağmen dedi bön bir şaşı: “–Ey usta ne iş,
Şu minârende yamuk var, gerekir dimdik ediş!”

Hemen ip bağlayarak çekti Sinan, sordu: “–Nasıl?”
Baktı mecnun, beğenip coştu: “–Tamâm oldu fasıl!”
Dediler: “–Bir delinin aklına uymak ne diye?
Var mı bir faydası, üstad, bu telâş, boş gāye!”
O dehâ, güldü: “–Tutuşsaydı bunun laf çırası,
Hiç düzelmezdi yarın yurdu saran yaygarası.”

Bu hayâl üstü kerâmet çok açık, kem göze fer,
Zirvenin künhü nedir, anlamayanlar, dediler:
“–Upuzun kolları mızrak gibi dikmek, ne ola?”
Dedi: “–Gönderleridir kubbemizin, sağ ve sola.
Gelse düşman giremez, girse de aslâ duramaz.
Haykırır çünkü mukaddes kulelerden şu avaz:
«Müslüman Türk’e müseccel bu diyar, haşre kadar!»
Bunu târîh okuyanlar, ne demektir, anlar…”
Çok gavur etti hücum memleketin her taşına,
Tuttu kurtardı bütün şehri bu taç, tek başına!

Ne şereftir bize ceddin bu cesur mîrâsı,
Tarzı, mânâsı, asâlet dolu her manzarası!
Güneş alnından öper, ay ise taçtır başına,
Göz olur şevk ile yıldız, gece-gündüz kaşına.
Hür semâmızda ışıldar bu ibâdet direği,
Muhteşemden de mükemmel bir ikāmet yüreği!

Dendi: “–Nakşetmeli mîmârı, kitâbeyle bura!”
“–Nâçiz ismim,” dedi: “Mâbedlere olmaz tuğrâ!”
“Ben fakir hem de hakir” der idi, dağ yapsa özü,
“Toz karınca”ydı onun kendisi hakkında sözü!
Bu tevâzûdur asıl âbide, hiç darda komaz,
Meselâ; kıble husûsunda kararsızdı biraz;
“–Sen şu düz mermere bir çık!” dedi bir ses, yetti,
Hey Sinan, çıktığı an, Kâbe’yi seyrân etti.

“–Hamdülillâh,” dedi: “Yoktur bu hisârın adaşı,
Bir çıraklık eserim, gül gibi Şehzâdebaşı,
Dev Süleymâniye’dir kalfalığım, şanlı binâ
Son, Selîmiyye bütün ustalığım, Hakk’a senâ!

En büyük kubbeyi taştan yapan en çaplı emek,
Ayasofya’ydı, diyorlardı gavurlar, ona; “Tek!”
Sanıyorlardı bu çok zor, geçemezler ileri,
Bir de küfrün bize mîmar geçinen kimseleri;
«–Yapamaz böyle tavan, devlet-i İslâmiyye,
Mümkün olsaydı yaparlardı bu tür kubbe.» diye,
«–Müslüman millete üstünlüğümüz var.» derdi,
Bende ukdeydi bu, Rabbim, bana kuvvet verdi;
Hem; Selîmiyye’de taş kubbeyi eflâke yakın,
Altı arşın yüce yaptım ve geniş, dört arşın.
Hem de gök kubbe direksiz ve muallak diyerek,
Burda, taş kubbeyi astım göğe, kayboldu direk!”

Dediler: “Bilmesek aslâ demeyiz kul hüneri,
İşte tüm yeryüzünün her şeyi tam şâheseri!”
Dediler: “Ters çevirip kubbeye altın yığsak,
Bugünün ilmi Sinan’sız yapamaz böyle konak!”
Dediler: “Sâdece çizsen bile cevher yetmez,
Yeniden yapmaya milyonla mücevher yetmez!”
Dediler hem: “Ne Selîmiyye ki Türk’ün sanatı
Bilmeseydik ona derdik, seni Allah yaptı!”
Dediler hem: “Başarılmış nice imkânsız olan,
Aya gitmek daha mümkün ve kolaydır bundan!”
Dediler: “Som yapılar, gökteki yıldızlara eş,
Ayasofyam aya benzerse, Selîmiyye güneş!”
Dediler: “Bildi asırlar, bilinenden de güzel,
Burda bambaşka fısıldar ebedî sırrı, ezel!”

Âdetâ yerde değil, gökte yüzen bir kumru,
Kul hesâbıyla çözülmez bu ledünnî doğru!
Bir zarâfet ve namaz sahnesi, her şey, enfes,
Öyle nisbetli ki her nokta, milimler dedi: “Pes!”
Etti tetkik, gelerek, onca kabuk mîmârı;
“–Gökten inmiş bu!” deyip topladılar tartıları.
Beyt-i Mâmûr’u görür, Arş’ı görürsün burada,
Kârı sonsuz, yüce bir çarşı görürsün burada.
Kâninat burda, hayat, müjde, huzur burda yine
Burda halkın açılır bahtı, selâm cennetine!

Söyle Seyrî: Bu değer, bizde var oldukça varız,
Bir olur safta, bu bayrakla, muzaffer yaşarız!

SEYRÎ (M. Ali EŞMELİ)

Vezni: feilâtün / feilâtün / feilâtün / feilün
(fâilâtün) (fa’lün)