MUS‘AB (R.A.) METODU

Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr

Abdüleşheloğulları bahçesinde üç ayrı gruba aynı ortamda sohbet yapan Hazret-i Mus‘ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-, Kur’ân ikliminden pınarlar sunuyordu.

Diğer taraftan da; Hazret-i Es‘ad bin Zürâre -radıyallâhu anh- ve arkadaşları, çok ciddî bir tedbir almışlardı. Mus‘ab Hoca, ona emânetti çünkü. Etrafa yerleştirdiği adamları ile onu tam bir koruma altına almıştı. Aldığı tedbir, usûle uygundu. Yani korumaların hiçbiri belli olmuyordu. Ancak küçük bir tehlike olduğu an, hepsi birden müdahale edeceklerdi.

Hazret-i Mus‘ab da tetikteydi. Buraya ölmek veya öldürmek için değil, İslâm’ı anlatmak için gönderilmişti. Kur’ân-ı Kerim okuyacak, öğretecek ve anlatacaktı! Dâvâ büyük ve ciddî idi. Bu yüzden o da her türlü tedbiri, en ince ayrıntısına varıncaya kadar almıştı.

Sohbet böyle bir ortamda bütün muhabbeti ile devam ediyordu…

Bağırıp çağırarak üzerlerine gelen Üseyd bin Hudayr, bahçeye girer girmez elindeki mızrağını Hazret-i Mus‘ab bin Umeyr’e fırlatacak gibi kaldırdı. Bir yandan da öfkeyle bağırdı:1

–Ne yapıyorsunuz burada?

Bu gelen kavminin lideri, bölgenin bilgesi bir adamdı! Yanındakilerin büyük çoğunluğu da onu tanıyıp bilen insanlardı! Mus‘ab Hoca; bir yandan yanındakilerin dağılmasını önleyecek, bir yandan da gelene mesajı verecekti.

Hazret-i Mus‘ab -radıyallâhu anh-; öfkeyle çıkışan adama cevap yerine, önce yumuşak bir giriş yaptı. Bu girişin ardından, arkası gelecekti Allâh’ın izniyle:

–Tanışıyor muyuz?

“Ne bağırıyorsun böyle!” değil…

Korkmuş bir ses tonu ile;

“Affedersiniz…” değil…

Hava atan bir ses tonu ile;

“Sen de kimsin be?!.” hiç değil… Kendinden emin bir duruş ve ses tonu ile;

“Tanışıyor muyuz?” diye başlıyor diyaloga. Mus‘ab Hoca, uzmanlığını koyuyor ortaya!

–Sen kimsin ki seni tanıyayım?

–Tanışıyor muyuz, tanışmıyor muyuz?

–«Çekip git!» dedim!

–Beni tanımadan niye böyle bağırıp duruyorsun?

–Yaşamak istiyorsanız, çekip gidin buradan!

–Önce bir tanışsak olmaz mı?

–Benim seninle işim olmaz!

–Tanışmaktan neden kaçıyorsunuz ki?

Mus‘ab Hoca, burada dengeyi değiştirme çabasındaydı. Muhatabının dinlemeye hiç niyeti yoktu. Oldukça sert ve saldırgan bir tavrı vardı. Ayrıca elindeki mızrağını fırlatması da an meselesiydi. Böyle bir şey olursa, ortalık fena hâlde karışırdı.

Nabza göre şerbet vermeye çalışırken, öyle bir yöntem geliştirecekti ki; savunma pozisyonundan, soru sorma pozisyonuna geçecekti! Saldırgana cevap yetiştirmekten çıkıp, karşı tarafı cevap vermeye zorlayacaktı…

Sürekli savunmada kalanlar, hep altta kalırlardı. Bunu çok iyi bilen Mus‘ab Hoca, soru sorma yöntemini iyi kullandı. Böylece karşı tarafın saldırısından kurtulacak; ama aynı zamanda idareyi, yani üstünlüğü de ele alacaktı. Bu yöntemle Mus‘ab Hoca sormaya, Üseyd de cevap vermeye başladı:

–Benim kim olduğumu biliyor musunuz siz?

–Benim sana ihtiyacım yok, kim olursan ol, beni ilgilendirmez!

–Kim tarafından buraya gönderildiğimi biliyor musun peki?

–O da beni ilgilendirmez!

Hazret-i Mus‘ab -radıyallâhu anh-; muhatabını saldırgan durumdan dinler duruma getirmek için, sürekli taktik değiştiriyordu:

–Seni ilgilendiren şey nedir öyleyse?

–Sen ne diye bizim zayıflarımızın aklını çeliyorsun?

–Onlara ne anlattığımı biliyor musunuz peki?

–Aklı ermezleri kandırabilirsin belki, ama ben aldanmam sana!

–Hele bir dinleseniz…

–Neyi dinleyecekmişim?

–Ne anlattığımı dinleseniz, bana hak vereceksiniz!

–Çekip gidin buradan, yoksa!..

Öfkeyle gelen adamın dinlemeye hiç niyeti yoktu. Ama ne olursa olsun, onu dinler pozisyonuna getirecekti:

–Siz bu bölgede önde gelen birine benziyorsunuz!

–İyi bildin! Bu bölgede en büyük kabîle reisi benim! Şimdi çekip gidin buradan! Biraz daha konuşursan, fırlatırım mızrağı!2

–Bir kerecik olsun dinleseniz bizi…

–Hayır, yaşamak istiyorsanız kalkıp gidin! Yoksa fırlatacağım mızrağı!

Ne yapıp ettiyse olmuyordu. Adamın dinlemeye hiç niyeti olmadığı gibi, en küçük bir ışık da yakmıyordu! Ayağına kadar gelen fırsatı kaçırmak istemeyen Mus‘ab Hoca, tekrar taktik değiştirdi:

–Siz, çok akıllı ve güçlü, kuvvetli birine benziyorsunuz!

–Kabîle reisiyim dedim ya!

–Öyleyse neyin doğru, neyin yanlış olduğunu anlarsınız!

–Anlarım tabiî ki!

–Öyleyse bir oturun da dinleyin hele! Eğer işinize gelirse kabul edersiniz. İşinize gelmezse reddedersiniz. Biz de işinize gelmeyen şeyde, sizi zorlayacak değiliz. Üstelik siz koskoca bir kabîle reisi, akıllı ve ileriyi gören birisiniz. Sizin gibi bir adam, doğru ve yanlışı hemen anlar! Doğru ve güzel olanı kabul eder, yalan ve kötü olanı da reddeder. Ne dersiniz? Konuşmama izin verip, beni dinleme nezâketinde bulunacak mısınız? Lütfen bir defa olsun, bir dinleyin!3

–İnsaflı ve yerinde bir söz söyledin, anlat bakalım ey Mekkeli!

–Eyvallah ey Medineli!

Bağırıp çağırarak ortalığı ayağa kaldıran kavminin lideri Üseyd; mızrağını bir kenara saplayarak, Mus‘ab Hoca’nın tam karşısına oturmak zorunda kaldı!

İşte, saldırgan bir tavırla üst perdeden bağırıp çağırarak, öfkeyle gelen ile kurulan kontak!

Görüldüğü gibi; Mus‘ab Hoca tarafından, adamın saldırganlığı ve öfkesi alınıyor önce. Ama; «Sen şöyle yiğit, böyle akıllı…» diyerek, adamın hakkı da veriliyor. Bu arada karşı tarafa yaranmak için, yağ çekilmiyor. Denge çok güzel sağlanıyor!

“Burada ne işiniz var, defolup gidin!” diye çıkışıp sorgulayan adam; uygun ve makul karşı sorularla, mekân ve konunun içine çekiliyor. İhtar ve tehdit edici konumdan, dinler konuma getiriliyor! Mus‘ab Hoca metodu ve âlim hoca farkı budur işte!

Şimdi burada yeni bir durum daha çıkıyor önümüze. Saldırgan bir durumdan, dinler konuma getirilen böyle bir insana; böyle bir yerde, ilk önce neler anlatılır? Daha doğrusu bu durumda ne, nasıl ve ne kadar anlatılabilir? Bunun da çok iyi tahlil edilip, anlaşılması lâzım.

Peygamber Efendimiz’i örnek alan O’nun örnekliği ile donanır!

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

_____________________________________

1 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 77-78.
2 Beyhakî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 2, s. 438-439.
3 Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 236.