MAHALLENİN NAMUSU, METROPOLÜN NESİ OLUR?

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Geçtiğimiz günlerde genç bir hanımla tanıştık. Beyi Almanya’da çalıştığı için orada yaşıyorlarmış. Ailesini görmek için İstanbul’a gelmiş. Küçük çocukları vardı. Onların hangi okula devam ettiklerini sordum. Alman okullarına gidiyorlarmış. “Dinlerini nasıl öğreniyorlar?” diye sorunca dernekleri olduğunu, orada hafta sonu kursa gittiklerini söyledi.

Medyadan Alman hükûmetinin müslüman ailelerden şiddet bahanesiyle çocukları aldıklarını duymuştum. Bu konuyu sorunca;

“–Evet, eğer çocuk veya konu komşudan birileri şikâyet ederse alıyorlar.” dedi.

O sırada ezan okundu. Cami de oldukça yakın olduğu için ses biraz yüksekti. Çocuk birden irkildi, heyecanlandı, annesine sokuldu. Anne;

“–Bir şey yok, korkma! Hani sana demiştim ya, ezan okunuyor.” dedi. En küçük çocuğunun Türkiye’ye ilk gelişiymiş. Ezana alışkın değilmiş.

Bugün Avrupa’da çok sayıda müslüman, göçmen olarak yaşıyor. Aslında bu kendi inanç ve mâneviyâtımızı gelecek nesillere aktarmamız bakımından çok tehlikeli bir durum.

Ebubekir SİFİL Hocaefendinin, «azınlık fıkhı» konusundaki bir soruya verdiği cevap mânidardır:

“Azınlık fıkhı söyleminin; müslümanları zihnî ve tecrübî aidiyetlerinden/birikimlerinden radikal biçimde koparıp «kurucu irade»den soyutlayarak «ikinci sınıf insan» psikolojisine/statüsüne savurduğu inkâr edilemez bir hakikattir! Nerede hayata özne olarak katılan ve bütün insanlığa dönük «emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker» yapma vasfına sahip, en hayırlı/üstün mevkîyi ihrâz etmiş olan ümmet; nerede gayrimüslim bir dünyada, neredeyse bütün hayatını dışlanmamak, horlanmamak, mahrum bırakılmamak adına, varıyla yoğuyla mücadele etmeye adamış azınlık?!.”

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın halîfeliği sırasında şehirler fethedilmeye başlayınca, müslümanlar bir yol ayrımına gelir. Ya bu şehirlere yerleşip, yerli halkın arasına karışacaklardır ya kendilerine yeni şehirler inşâ edeceklerdir. İkinci yolu tercih ederler. Halîfe Ömer’in rehberliğinde Basra şehri inşâ edilir. Hattâ şehrin plânlamasını bizzat Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- yapar. Caddelerin, sokakların kaç zirâ olacağı, her mahalleye ne kadar yeşil alan bırakılacağı belirlenir.

Hazret-i Ömer, müslümanların gayr-i müslim bir şehirde göçmen olarak yerleşmesini istememiştir. Çünkü farklı bir iklimden gelen göçmenler; kurulu düzene sahip bir şehirde gariptir, zavallıdır. Göçmen insan, yeni yerleştiği yere uyma çabasına girer. Yeni hayat tarzına ayak uydurma ve hayata tutunma çabası, insanı tavize götürür. Üzerindeki ezikliği, garipliği atmak isterken; kimliğini kaybeder. Hâlbuki müslümanların kendi dinlerini öğretmeleri, tatbik edip örnek olmaları gerekmektedir.

Hazret-i Ömer’in müsaadesi ve rehberliği ile kurulan Basra ve Kûfe şehirleri İslâmî ilimlerin öğrenildiği birer ilim ve irfan şehirleri olmuştur.

Bugün aynı meseleyle bizler de karşı karşıyayız. Maalesef sıkıntımız; Avrupa’da veya genel olarak gayr-i müslim ülkelerde azınlık olarak yaşayan müslümanlarla da sınırlı değil. Almanya’da doğup, iki-üç yaşına kadar ezan sesi duymamış bu müslüman çocuğu gibi, bizim ülkemizde de şu an ezan sesini çok nâdir veya çok uzaktan duyan çocuklar yok değil. Yeni kurulan bazı sitelerde cami yok; bazı semtlerde de gürültü patırtıdan, o nazlı ezan nağmelerini işitmeye imkân yok.

Maalesef gelecek nesillere aktarmamız gereken değerlerimiz, kapitalizmin ağlarını ördüğü büyük şehirlerde can çekişiyor. İstanbul başta olmak üzere hızla kalabalıklaşan büyükşehirlerimizde doğup büyüyen nesillere, kendi değerlerimizi aktarmamız çok zor oluyor.

Büyükşehir; kendi katı, maddiyatçı değerlerini dayatıyor. İnsan inandığı gibi yaşamazsa, yaşadığı gibi inanmaya başlıyor.

Basra şehri kurulurken; halk mahallelere, kabîle bağları korunacak şekilde yerleştirilmiş. Böylece aralarındaki fıtrî rahmet bağları korunmuş. Fertlerin kalabalıklar içinde yalnızlaşıp gitmesine mâni olunmuş.

Bugün büyük şehirlerde, caddelerde, otobüslerde, resmî dairelerde, marketlerde, okul kapılarında, parklarda, sitelerin asansörlerinde… sayısız insanlar birbiriyle karşılaşır. Çoğu zaman birbirine selâm vermeden; hattâ göz göze bile gelmeden, geçer gider. Kimse diğerinin hâlini bilmez. Belki büyük bir acıları vardır, yüreklerini yakan. Belki de hâlâ çaresizce altında ezildikleri ağır yükleri vardır. Belki de yoktur. Belki de hiç kimseleri, hiçbir şeyleri yoktur. Dertleri bile…

Artık her geçen gün daha fazla insan; kalabalıklar içinde yapayalnız dolaşıyor, sonra tek başına yaşadığı evine gelip, televizyonunun karşısına geçiyor ve yalnız başına yatağına giriyor. Kimisi genç, kimisi yaşlı… Kimisini evlendiren olmamış, kimisinin evliliği yürümemiş. Çoluk çocuğunun hem annesi hem babası olmuş, ama her biri bir şehre dağılıp gidince yine yapayalnız kalmış. Artık ne kapısını çalan var ne de hatırını soran. Akrabalarıyla irtibatı kopuk, konu komşuyla da sadece apartman meselelerini konuşmak için bir araya geliyor. Onun dışında evden işe işten eve…

Modern toplum düzeni, ferdi fıtrî bağlarından dahî koparıp yalnızlaştırıyor. Büyük aile, aşîret, millet, cemaat ve cemiyet gibi bir bağlantısı olmayan; en fazla çekirdek aile kurmuş, meslek odası, sendika ve benzeri bir teşkilâttan başka bir şeye mensup olmayan fertlere dönüştürüyor.

İnsan; insanlığını yitiriyor, ekonomik bir birim hâline geliyor. Her türlü hissî bağlılık gerektiren münasebetlerden soyutlanmış, sadece iktisâdî organizasyonun içindeki vazifesine kendini adayacak bir robot. Akrabalarının cenazesi, düğünü-derneği için, konu komşusunun yardımına koşmak için sık sık işten izin almayacak; sadece şahsî kariyerini düşünecek zihniyette insanlar.

Şirketi nerede vazifelendirirse giden; bağlılık duyduğu bir mahalle, şehir, hattâ ülke olmayan, evsiz yurtsuz insanlar… Yine kendisinden ne istenirse sorgulamadan veya; «Bu benim inancıma ve inancımın gerektirdiği kaidelere uygun değil!» diye itiraz etmeden yerine getiren; ilkesiz, duygusuz, hassâsiyetsiz insanlar… Hattâ milliyetsiz, vatansız, inançsız, ideolojisiz, sadece mesleğinin gerektirdiği bilgi ve becerilerle donanmış, başka hiçbir hassâsiyeti ve mensubiyeti olmayan insanlar…

Milletler arası şirketlerin istediği türde ideal fert tipini inşâ ve elde etmek, pek de zor olmadı. Çünkü ekonomik düzen; kendi toprağını eken çiftçiyi, kendi tezgâhında, dükkânında iş yapan esnaf ve sanatkârı bitiren bir düzendi. Bir yandan teknolojinin gelişimi, bir yandan fâiz düzeni, küçük sermayenin aleyhine işleyince; herkes çoluk çocuğunu büyük şirketlerde iş bulabilecek şekilde eğitmek ister olmuştu. Artık ekmeğini kazanmak isteyen herkes, yeni ekonomik düzende talep edilen becerilerle donanmalıydı. Öyle de oldu. Herkes çocuklarını kolayca iş bulabileceği bir eğitim modeline yönlendirdi. Mânevî eğitim ertelendi, ihmal edildi. Aileden dînî eğitim alanlarında inancını kalbine gömmeyi; dîninin îcaplarını yerine getirmeyi hep erteleyip, fikir ve hassâsiyetlerini vicdanında gizlemeyi öğrenmesi gerekiyordu.

Herkes piyasanın istediği gibi giyinmeli; saçını, sakalını modaya göre şekillendirmeliydi. İş yapmak isteyenler; dükkânlarının ismini İngilizce koymalı, teşrifâtında hâkim kültürün trendlerini izlemeliydi. Meselâ; vitrinlerini çıplaklık kültürüne göre düzenlemeli, bu arada yılbaşı gibi zamanlarda Noel Baba, çam ağacı gibi süsler bulundurmalıydı. Ürünlerinin reklâmında moda değerleri öne çıkarmalı, telkin edilen dünya görüşünü seslendirmeliydi. Öyle de oldu…

Caddelerimiz boyunca uzanan mağaza vitrinleri; bizi sağdan soldan kuşatmış, sürekli hâkim batı kültürünü empoze ediyor. Bu dükkânların sahipleri kim? Gayr-i müslimler mi? Yoksa adı Ahmet, Mehmet, Mustafa, İbrahim olan müslüman vatandaşlarımız mı?

Ya bulutlara başını uzatmış, gökdelenlerdeki bürolar ve oralarda çalışan kılık kıyafetleri, saçları hep birbirine benzer bir şekilde biçimlendirilmiş genç hanımlar, delikanlılar… Onlar kimlerin oğlu, kimlerin kızı?

İstanbul’u fetheden ordu için Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Ne güzel ordu!” buyurmuştu. Yürekleri ulvî hislerle dolu, kendilerini yüksek bir gayeye adamış o gazilerin torunları nerede? Bugün mescidsiz alışveriş merkezlerinde çalışan, her türlü günahın işlendiği mekânlarda eğlenen, camisiz rezidanslarda nikâhsız ilişkiler yaşayanlar kimin torunu?

Modern hayat; insanımızı kendi tarihinden, toprağından, yurdundan, kimliğinden kopardı, başkalaştırdı. İbn-i Haldun’un yüzlerce yıl önce yaptığı tespiti haklı çıkarırcasına; «Mağlûplar galipleri taklit etti.»

Aslında atalarımız harp meydanlarında mağlûp edilmemişti. Yedi düveli denize dökmüş, vatanına sahip çıkmıştı. Ama torunları kökleriyle bağlantılarını koparınca; benliğini yitirdi, yenilmişlik psikolojisine düştü.

Dünya sevgisi ve ferdî hırslar, gençlerin çoğunu kendi özüne yabancılaştırdı. Öyle ki; pek çok dindar ailenin çocukları eğitimleri için gittikleri Avrupa ülkelerine yerleşti, oralardan evlendi, onlara benzedi. Burada kalanlar da batılı hayat tarzını kendi evlerine ve iş yerlerine getirdi. Cemaatlerle bağlantı kuran ve bu bağı özenle sürdürenler hâriç çoğu müslüman, modern hayat tarzına karşı kendini ve evlâdını koruyamadı…

Bahsettiğim genç hanım misâlinde olduğu gibi; bugün ezansız şehirlerde yaşayan ailelerin çoğu, kendi inanç ve değerlerini ancak cemaatler oluşturup mânevî bağlar kurarak koruyup geliştirebiliyorlar. Anadolu insanını büyük şehirlerde yitip gitmekten koruyan en önemli bağ; cemaatleşme ile birlikte gelişen konu komşuluk, akrabalık ve hemşehrilik bağları.

Aynı şekilde İstanbul’un çeşitli semtlerinde, mahalle aralarında; hanımlar ve beyler komşularıyla sohbetlerde bir araya geliyorlarsa, bu genellikle cemaatleşme kültürü sayesinde oluyor. Bu sohbetler bir mânevî câzibe merkezi teşkil ederek yeni yeni kardeşlerin halkaya eklenmesine vesile oluyor, böylece insanımızı kaybolup gitmekten kurtarıyor.

Aile, cemaat, ümmet bağları, elimizde kalan son kalelerimiz. Bunları korumakta ne kadar hassâsiyet göstersek azdır.