İNSAN İÇTİMÂÎ BİR VARLIKTIR

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

İnsan fıtrat olarak, toplu yaşama temâyülündedir. Bir elin parmaklarının her biri farklıdır; ancak bir araya geldiklerinde, iş kolayca yapılabilir. Hususiyetleri ve kabiliyetleri farklı olan insanların; kendilerinden beklenen faaliyetlerin üstesinden gelebilmeleri, ancak topluluk hâlinde olmalarıyla mümkündür ki, bu beraberliğe cemiyet deniliyor. Benzer hususiyetleri taşımak, daha kolay anlaşabilmenin bir unsuru olduğundan, bu çerçevede meydana gelen büyük topluluklar da millet adı ile vasfediliyor. Bu yönüyle içtimâî bir varlık olan insanın, neslin devamı için teşkil etmek mecburiyetinde olduğu aile, cemiyetin nüvesi mesâbesindeki en küçük topluluktur.

Mülkî idarede, işlerin yürütülebilmesi bakımından teşkilât; köy-mahalle-ilçe ve il olarak yapılandırılır. Gerek fertlerin hâiz oldukları kemâliyet seviyesine bağlı şahsiyet kıvâmı gerekse fertler arası münasebetlerdeki âhenk ve tesânüd, memleketin umûmî huzurunu belirler. Bu sebeple, ufku geniş idareciler; memleketin sadece bugününü değil, geleceğini de kurtarmak ve ulvî dâvâları başarıya ulaştırabilmek, içtimâi yapıyı çözülmelerden korumak için gerekli bütün tedbirleri alırlar.

Yaratılış hikmetine binâen; insan, Allah Teâlâ adına, yeryüzünde adâleti tecellî ettirmek ve huzuru sağlamakla mükelleftir. (el-Bakara, 30) Bu cümleden olarak; içtimâî bünyeyi kötülüklerden arındırıp, güzelliklerle teçhiz etmek zarûreti vardır. İçtimâî yapısı tefessüh etmiş cemiyetler; değil ulvî gayeleri tahakkuk ettirmek, süflî emeller peşinde, kendileri dünyanın başına belâ kesilirler. Bu sebeple Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; böyle bir câhiliyye cemiyetini, ulvî dâvâyı güdecek seviyede rûhâniyet kazandırarak «asr-ı saâdet» cemiyeti hâline getirmiştir. Bu öyle muhteşem ve emsalsiz bir inkılâbdır ki; ulemâdan Karâfî; «sadece bu başarının bile, O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in peygamberliğine mûcize olarak yeteceği»ni belirtiyor.

İnsan; kendisine tevdî buyurulan vazifeyi tek başına değil, ancak bu şuuru kazanmış diğer insanlarla birlikte îfâ edebilir. Bu hususta, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in «asr-ı saâdet» mûcizesi, ufkumuza lutfedilmiş en güzel örnektir. Böyle bir cemiyeti teşkil edecek insanın inşâsı mevzuu, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle ifade buyurulur:

“İçinizde; insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104) Kezâ bu husus, «hayırlı ümmet» olmanın da îcâbıdır. (Âl-i İmrân, 110)

Âlemlere Rahmet Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de;

“Hayır! Allâh’a yemin ederim ki ya iyiliği emreder, kötülükten nehyeder, zâlimin elini tutup zulmüne mâni olur, onu hakka döndürür ve hak üzerinde tutarsınız ya da Allah Teâlâ kalplerinizi birbirine benzetir, sonra da İsrâiloğullarına lânet ettiği gibi size de lânet eder.” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 17) ifadesiyle bu hususta îkaz buyurur. Bu ulvî gaye çerçevesinde, insan önce kendisinden başlayarak hâle hâle; ailesi, komşusu, mahallesi, şehri, ülkesi ve nihayet bütün dünyadan mes’uldür.

«Nemelâzımcılık», bir cemiyeti yıkılmaya götüren fevkalâde önemli bir içtimâî hastalıktır. Günümüzde, İslâm âleminin yaşadığı zilletin sebepleri arasında, bu hastalıkla mâlûl olması da gösterilir. Şöyle tarihî bir hâtıra, bu hususta bir ibret vesikası olarak zikredilir:

“Devri, «muhteşem» olarak vasfedilen Kanunî Sultan Süleyman Han;

«–Acaba, devletim bir gün gelir de, zeval bulur mu?» diye aklına gelen bir soruyu, sütkardeşi olan Yahya Efendi Hazretleri’ne bir mektupla sorar. Yahya Efendi’nin;

«–Nemelâzım, Sultanım…» sözleriyle mübhem görünen cevabı üzerine, meraka düşüp dergâhına gider. Tekrar sorduğu soruya; Hazret, onu ürperten şu açıklamada bulunur:

«–Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şâyî olsa, işitenler de; ‘Nemelâzım…’ deyip uzaklaşsalar; sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa; fakirlerin, muhtaçların, kimsesizlerin feryâdı göklere çıksa da, bunu taşlardan başkası işitmese; işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra halkın îtimâdı, hürmeti sarsılır. Çöküş mukadder hâle gelir…”

Sâlih kulluğun ancak içti­mâîleşme ile tezâhür edebileceğinin en güzel örneği olan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu hususta;

“İnsanların arasına karışıp onların ezâlarına katlanan bir müslüman, onlara karışmayıp ezâlarına katlanmayandan daha hayırlıdır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 55/2507) buyurur.

“Her nimet bir külfet karşılığıdır.” denilir. Şüphesiz yüce dâvâlar peşinde, Allah Teâlâ’nın rızâsını kazanmak uğrunda yapılan gayretlerin; yorgunluk, kırgınlık… gibi nefse ağır gelen bedelleri de olabilecektir. Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bulunulan şartlara uygun davranışlara dair şöyle buyurur:

“Sizden herhangi biriniz bir kötülük gördüğünde onu eliyle değiştirsin. Eğer buna güç yetiremezse diliyle değiştirsin. Buna da güç yetiremezse kalbiyle (buğz etsin). Bu ise îmânın en
zayıf mertebesidir.” (Müslim, Îmân, 78)

Eski cemiyetlerimizde, ferdî münasebetlerde içtimâî bir dirilik mevcuttu. Bu münasebetlerle alâkalı olarak Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:

“Müslümanın müslüman üzerinde altı hakkı vardır.

•Karşılaştığında selâm verir,

•Davetine icâbet eder,

•Aksırdığı zaman; «Elhamdülillâh!» derse; «Yerhamükallah!» der,

•Hastalandığında ziyaretini yapar,

•Öldüğünde cenazesinin ardından yürür,

•Kendisi için sevdiğini o kardeşi için de sever.” (Dârimî, İstîzan, 5; İbn-i Mâce, Cenâiz, 43)

Bu çerçevede, mahalledeki yaşlılar, eşraf denilen nüfuzlu kişiler; mahallenin huzuru bakımından hürmet edilen, sözleri dinlenecek önderler olarak görülürlerdi. Hânelerde yapılacak işleri, gerekiyorsa komşuların katkılarıyla halletmek; büyükleri, küçüklerin terbiyesinde söz sahibi görmek; hayırsızın, uğursuzun mahalleye girmemesi için müştereken dikkat etmek; ailelerden ihtiyacı olanlara yardımcı olmak; yeri geldiğinde «adımlık» ikramlarda bulunmak… nev‘inden dayanışma tezâhürleri, mahalleyi, büyük ve huzurlu bir aile hâline getirirdi. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den îtibaren, selef-i sâlihîn hazerâtı ve onları takip eden nesiller; içtimâîleşmeye bir müessese vasfı kazandırarak cemiyete yaymak maksadıyla, dünya tarihinde emsâli olmayan vakıf müesseselerini kurmuşlardır. Bu müesseseler cemiyeti öyle muhteşem bir merhamet ve şefkatle sarmışlardır ki; buna atfen şanlı medeniyetimiz, «Vakıf Medeniyeti» olarak da vasfedilmiştir.

Günümüzde, batıdan esen dünyevî cereyanların tesiriyle bir kısım değerleri bakımından yozlaşan cemiyetler; kalabalıklaşmaya rağmen, yalnızlığa ve kimsesizliğe mahkûm oldu. Mahallelerde, hattâ daireleri üst üste yığılmış apartmanlarda, artık kimse kimseyi tanımıyor; pek çok zorluğun aşılmasını sağlayan dayanışmanın verdiği huzur ve emniyet bilinmiyor. Dede ve torunların beraber yaşadığı büyük aileler yerine ikāme olunan çekirdek ailelerde bile, herkes odasında kendi küçük dünyasına çekilip, televizyon ve internette «sanal» dünyasına dalıyor. Hasbîliği kaybedip, kendi nefsinde hesâbîliğe saplanan bu hâlet-i rûhiyenin, cemiyeti saran şiddet temâyülündeki tesiri küçümsenemez.

Yalnızlığın pençesinde çırpınan günümüzün insanı, kurtarılmayı bekliyor. Ruhları çölleştiren dünyevî cereyanların kesilerek; onun, tarihten süzülüp gelen kendi değerlerinin hatırlatılmasına, kimlik buhranından kurtarılmasına ihtiyacı var. Medeniyetimizin yeniden ihyâsı; insanımızın Kur’ân-Sünnet mihverinde teçhiz edilerek, ona içtimâîleşme vasfının tekrar kazandırılmasıyla mümkün olacaktır.