YOLUN SONUNDA

Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

Geldi geçti ömrüm benim,
Şol yel esip geçmiş gibi…

Mâhiyetini tam mânâsı ile tespit edemediğimiz bir âlemin içerisinde; bu âlemi yaratan Rabbimiz için küçük, ancak bize göre büyük bir dünyaya gözlerimizi açmışız. Aklımızı ve idrâkimizi kullanarak, yaşamak denilen bir vâkıayı yerine getirmeye gayret ediyoruz. Kâh eşref-i mahlûkat derecesine çıkıp yükseliyor, kâh esfel-i sâfilin derekesine inip alçalıyoruz.

Allah Teâlâ’nın bir imtihan mekânı olarak yarattığı bu dünyaya gözünü açan her insan, O’nun sayısız ve eşsiz nimetleri ile karşılanıyor. Dünyaya geldiğimiz zaman bize verilen her imkân, sınırlı ve nihayeti olan şeyler. Bir anneden ve bir babadan meydana gelmemize rağmen, dünyaya tek başımıza geliyoruz. Onların sevgisi ve muhabbetiyle büyüyüp bir aileye sahip oluyor, belli bir çağa gelince bir başkası ile hayatımızı birleştirip, yanımıza eşimizi ve evlâtlarımızı ekliyoruz. Dünyaya geldikten sonra, çevremizde gördüğümüz sîmâların, belli bir süre sonra yanımızdan ayrılarak bir başka âleme geçmesiyle; bu dünyanın devamlı değil, bir sonunun olduğunu ve bizim de o sona doğru yolculuk yapmak üzere dünyaya geldiğimizi anlıyoruz.

İçtimâî hayatın devamı için birlikte olduğumuz ailemiz ve bu yolculukta yanımıza eklenenler, ancak belli bir zamana kadar bizimle beraber olabiliyorlar. Dünyadan ayrılma vakti geldiğinde; yine dünyaya geldiğimiz gibi yalnız başımıza ve dünyadan hiçbir şey alamadan, bu âlemi terk etmek zorunda kalıyoruz. Yanımızda sadece, dünyada geçirdiğimiz süre içinde yaptığımız amellerin haseneleri veya seyyielerini götürebiliyoruz.

Ölüm her hâli ile insanoğlu için bir ibret vesikası. Her insan, bu dünyaya gelip gidiyor. Bu dünyada kalış süresi, kimine göre kısa kimine göre uzun oluyor. Kimi anne karnında kimi doksan yaşında, kendisine takdir edilen müddeti doldurup yolculuğunu tamamlıyor. Ezelde takdir edilmiş ve hiçbir mahlûkun müstağnî olmadığı değişmez kanun îcâbı, ecel çağırıyor ve insan o eceline doğru bir yolculuğa çıkıyor.

Buradaki tılsım; o vakit gelmeden evvel hazır olmak ve kendisine verilen imkânlar çerçevesinde, yolculukta kendisine lâzım olacak nevâlelerle heybesini doldurmak olacaktır. Eline geçen bu fırsatı; faydalı şeylere değil de beyhûde şeylere yöneltmişse, gösterdiği çabaya karşılık insanın yanına ancak yorgunluğu kalıyor.

Bu yolculuğun hikmeti îcâbı, hiç kimse sıranın ne zaman kendisine geleceğini ve dünyada ne kadar kalacağını bilmiyor. Bundan dolayı da insanın her an bu sona hazır olması isteniyor. Bu dünyadan her an ayrılabileceğini bilerek yaşayanlar, dünyanın ne kadar kıymetsiz bir yer olduğunu idrâk edip ona göre davranıyor. Ancak bu ölçüyü tutturamayıp, hep dünyada kalacakmış gibi yaşayanlar ne bu dünyada kalabiliyor ne mutlu olabiliyor ne de başkalarını mutlu edebiliyor.

İnsan yaratılış gayesini idrâk edip bu dünyanın bir yolculuktan ibaret olduğunu kabul ederse hem mesut oluyor hem de hayatı kolaylaşıyor. Zira dünyaya geldiğinde kendisine verilen emânetlerin bu dünyaya ait bir imtihan aracı olduğu anlamış, dünyada ev sahibi gibi değil bir misafir gibi yaşamış, Allâh’ın rızâsını kazanmaya gayret etmiş ve neticede bu gayretin karşılığını alarak vazifesini tamamlamış oluyor. Şayet bunu idrâk edememiş, kendisine emânet olarak verilen malları ve evlâtları bir iftihar vesilesi olarak kullanmışsa; ölüm uykusundan uyandığında elinde ne bu mallarından ne de evlâtlarından eser kalmadığını görüyor. İçine düştüğü pişmanlık artık ona fayda etmiyor.

İnsan, dünya yolculuğu esnasında bazen kendisini durdurmalı ve çevresinde deverân eden muhteşem sistemi seyretmeli. Zira hayatın gāileleri, geçinebilme telâşı, rızık endişesi, mal toplama derdi, bir şeylere ve bir yerlere sahip olma duygusu; insanı asıl vazifesinden, ebedî bir ahiret hayatı hedefinden uzaklaştırıp, geçici dünyaya yönlendirebiliyor.

«Akıllı insan, bir işin sonunu düşünebilendir.» demiş büyüklerimiz. Zira bu işin sonu, ölüm ile nihayete eriyor. Berzah âleminin kapısı olan kabre girdikten sonra, en sevdiklerimiz bile üzerimize bir kürek toprak atmak için birbirleri ile yarışıyor. Neticede kabirde bizi amellerimiz ile baş başa bırakıp, yeniden kendi hayatlarına devam ediyorlar.

Yakınları arasında kendileri sayesinde musîbetlerden korunduğumuz ve rahmet inmesine sebep olan yaşlı insanlar bulunanlar, muhakkak tecrübe etmişlerdir. O yaşlı insanlara; «Dünyadan ne anladınız?» diye sorsanız, önce derin bir sessizlik ve ardından gelen kocaman bir; «Hiç!» cevabını birçoğumuz müşâhede etmişizdir.

Madem dünya hayatı geçici ve ömrümüz bir rüzgâr gibi süratle geçip gitmekte, o hâlde neden ebedî sürecek âhiret hayatımız için hâlis ve sâlih ameller ile ona hazırlık yapmıyoruz?

Mademki dünya âhiretin tarlası; o hâlde bu tarlayı hakkıyla işlemeli, oraya en kaliteli tohumları (sâlih amel) ekmeli, o tohumları (ihlâs ve samimiyetle) düzenli sulamalı, (hizmet ve gayretle) vakti geldiğinde hasat etmeliyiz.

Ne mutlu bu hazırlığı hakkıyla yapıp tarlasını eken, gayret eden ve o tarladan topladığı ürünler ile heybesini doldurabilenlere…