YOLCULUK NEREYE?

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com – seyri@yuzaki.com

Sonsuz bir kâinatta bu dünya, en işlek istasyon.

Bir yanda geliş ve bir yanda gidiş.

Tüm yolculuklar;

Önce ezelden dünya beşiğine, sonra beşikten mezara, sonra da mezardan mahşer meydanına. Sonra da iki büyük gerçekten birine: Cennet veya cehennem.

Acaba hangisi?

Dünya gözüyle meçhul.

Acaba cennete mi, cehenneme mi yolculuk?

Meçhul.

Tabiî;

Herkesin kendine göre malûm bir senaryosu var.

Lâkin;

Nereye suâlinin gerçek cevabı, hiçbir zaman o senaryolarda değil, ancak yüce Allâh’ın sırât-ı müstakîm dediği hidâyet rotasında.

İşte;

Yolculuğun nereye olduğu, ömrü dolduran adımların o rotaya göre atılıp atılmadığına bağlı.

Dolayısıyla;

«Yolculuk nereye?» deyince, her şeyden evvel kişinin benimsediği inançlara, fikirlere ve yaşayışlara bakmalı. Çünkü onların yönü nereye ise, gidişler oraya.

Gaye ve gayretlere bakmalı, çünkü onlar nereye ise, yolculuk oraya.

Bir de;

Hayatları harman gibi savuran mücadelelere, savaşlara, zulümlere, çığlıklara bakmalı, zira onlar nereye ise, gidişat oraya.

Bir de;

Yazlar, kışlar ve baharlara bakmalı, onlar nereye ise yolculuk oraya.

Şefkat, merhamet ve adâletlere bakmalı, onlar nereye ise, gidişat oraya.

Bir de;

Fertlerin ve toplumların ne yaptığına, nasıl yaptığına ve ne hâsıl ettiğine bakmalı, çünkü onlar nereye ise, yolculuklar oraya.

Helâl ve haramlara bakmalı, onlar nereye, insanlık oraya.

Bilhassa;

Yeni nesillerin eğitimlerine, terbiyelerine, şahsiyetlerine, hedeflerine ve yaşayışlarına bakmalı, şüphesiz ki onlar nereye ise, gidişat da oraya.

Yani;

«Yolculuk nereye?» derken, aslında;

«YOLCULAR NEREYE?» diye sormalı.

Daha doğrusu;

«YOLCULARIN AHVÂLİ VE YAPTIKLARI NEREYE?» diye dikkat etmeli.

Gerçekten de;

Yolcuların gönülleri, akılları, hevesleri, nefisleri, fikirleri, istekleri, çırpınışları, tefekkürleri ve yönelişleri nereye diye inceden inceye bakmalı. Çünkü onların rotası nereye ise, yolculuklar da elbette oraya.

Aynen;

İnsanın edep ve ahlâkı nereye ise, kendisi de oraya yolcu.

Aynen;

Kişide zevkler, renkler, ihtiraslar ve çalışmalar nereye ise, kendi de oraya yolcu.

Aynen;

İnsanda bilgiler, kabiliyetler, antrenmanlar, sahneler, programlar ve düsturlar nereye ise, kendisi de oraya yolcu.

Öyleyse;

Herkes, her nesi varsa bakmalı, onların rotası nereye? O zaman basîretle görecektir kendisinin nereye gittiğini. O zaman; «yolculuk nereye» ifadesinin cevabı meçhul değil malûm olacaktır.

Hayatta en gerçek tahsil de, işte budur.

İşbu;

GERÇEK TAHSİLİN YEGÂNE ÖRNEĞİ: -sallâllâhu aleyhi ve sellem- …

Malûm;

Yüce Allah, beşeriyeti bu fânî âlemde imtihan içinde imtihan eyliyor.

Ömrünce her insan;

Îman itibarıyla imtihanda. Amel-i sâlihler, ibâdetler, münasebetler her türlü kulluk vazifeleri itibarıyla imtihanda. Güzel ahlâk ve edep itibarıyla imtihanda. Yerlerin, göklerin ve dağların taşıyamayacağı ilâhî emânetler itibarıyla imtihanda.

Gece-gündüz gayret itibarıyla imtihanda.

Kardeşlik ve fazîletler itibarıyla imtihanda. Fedâkârlık ve ferâgatler itibarıyla imtihanda. Hem kendini eğitmek ve olgunlaştırmak hem de başkalarını terbiye itibarıyla imtihanda.

Emr-i bi’l-mâruf itibarıyla imtihanda.

Hazret-i Âdem’den beri bu imtihanlar sebebiyle herkesin yaptığı, seçtiği, idrâk ettiği ve gerçekleştirdiği karakter, davranış ve duruş farklı, tabiî olarak âkıbetler de farklı.

Bu itibarla herkes;

Hayatları kuşatan çeşit çeşit imtihanları tahlil üstüne tahlil etmekte. Hafif ve ağır nice imtihanlara karşı felsefe üstüne felsefe üretmekte. Herkes, hele içi musîbetler harmanı olan imtihanlara karşı güya türlü formüller uydurmakta. Nitekim bu maksatla yazılan eserlerin ve akımların haddi hesabı yok!

Fakat ibrettir;

Kimisi bomboş felsefe girdaplarında komünizmi icat etmiş, kimisi; «bırakınız yapsın, bırakınız geçsin» diye bir sömürü düzeni olarak kapitalizmi üretmiş, kimi aralarında bocalayıp sosyalizmi ortaya atmış, ama bunların hepsi de insanlığın ancak bir felâketten başka bir felâkete savrulması olmuş, daima bir zümre bir zümreyi istismar etmiş. Malûm; komünizmde parti iktidarda, halk eziliyor. Kapitalizmde tröstler, karteller iktidarda, sosyalizm karmakarışık bir bocalama. Lâfta hepsi de, neler neler va‘dediyor, lâkin gerçekte insanlığa sefâlet ve felâketten başka bir şey getirmiyor. Beşeriyeti vahşete sürüklüyor; kalplerden merhameti kazıyor, zorbalık ve zulüm tohumları ekiyor, böylece dünyaya derman değil hüsran sebebi oluyor. Bugün Suriye’de, Filistin’de Myanmar’da ve Uygurlarda bu zulümlerin nasıl fecaatler ve ne insanlık dışı enkazlar sergilediğini görmekteyiz. Zâlim ellerdeki helâk edici bombaların ve silâhların kahreden zulümlerini, her gün acı acı temaşa ediyoruz.

Yine ibrettir;

Özellikle batıda hortlamış nice fikir babaları; onca yaldızlı prensipler üfürdükleri, cilâlı ifadeler, makyajlı ve cezbedici mantıklar ürettikleri hâlde, bunlarla kendilerine bile faydalı olamamışlardır. Kimisi intihar etmiş, kimisi çıldırmış, kimisi kendini de ailesini de perişan etmiş, kimi tımarhanelere düşmüş, kimisi hayatın girdaplarında can vermiş, kimisi nefsâniyetin balçıklarında boğulup gitmiştir. Raflarda toz gibi duran virüslü kitapları da daima ham hayallerden ibaret kalmış, hiçbir zaman hayatları gerçek bir huzur ve şifâ ile kuşatamamıştır.

Yani;

Onların cilâlı lâkırdıları da, rengârenk ışıklarla süslü püslü fikirleri de, ortaya attıkları çareler de hem dünyalarını hem de âhiretlerini zindana çevirmekten başka bir işe yaramamıştır.

Bu gerçeği;

İlk bakışta göze çarpan sahte vitrinlerin, boyalı medyaların ve şatafatlı reklâmlarının arkasına saklasalar da, geçmişten geleceğe uzanan köprüde yaşanan âkıbetleri, dünün de bugünün de tarihleri âşikâr etmektedir. Dolayısıyla her fikrin, her felsefenin ve çare diye sunulan şeylerin cilâ dolu başlangıçlarından ve reklâmlarından ziyade yol açtıkları felâketli problem ve ağır neticelerine bakmak, asıl gerçeği olduğu gibi görmek için kâfîdir.

Beşeriyet tarihi, tekrar tekrar tescil etmektedir ki:

İnsanları hakkıyla mesut etmek iddiasıyla nice insanların ürettiği bütün anlı şanlı fikirler ve felsefeler, eninde sonunda iflâs etmiştir. Çaresiz kalmıştır. Bilâkis felâketin sebebi bunlar olmuştur. Yeni bir çare diye, yeni bir kurtuluş diye ne zaman uyduruk bir felsefe hortlasa, o zaman insanlık hüsrandan hüsrana yuvarlanmıştır. Bu hususta insan uydurması hiçbir felsefe gerçekten başarılı olamamıştır.

İlk insandan itibaren bu hususta yegâne başarı, yani beşeriyetin iki cihan saâdeti bahsinde esas muvaffakıyet, ancak vahyin ışığında gerçekleşmiştir.

Vahyin ışığında ve peygamberlerin mübârek yürekleriyle.

Çünkü;

En ağır çileler ortasında bile gerçek huzur ve saâdete, sadece onlar nâil oldular. Onların ardında saf tutanlar nâil oldular. Sıddîklar mazhar oldu, şehidler mazhar oldu, sâlihler mazhar oldu.

Dolayısıyla;

Bu fânî cihanın ve hayatın ebediyet eşiğinde en başarılı şahsiyetleri, ancak onlar ve onlar gibiler:

•Sâlihler,

•Şehidler,

•Sıddîklar,

•Peygamberler…

Hepsinin zirvesinde;

•Allah Rasûlü Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-…

İnsanlığı terbiyede en muvaffak şahsiyet, hiç şüphesiz ki O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-…

Eğitilmesi en zor ve hattâ imkânsız gibi görünen karakterleri bile birer âbide hâline getirebilen emsalsiz bir başarının sahibi, yine O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-…

Zerre kadar ümit ışığı olmayan kötülüklerin pençesinden insanlığı çekip kurtarabilmek gibi eşsiz bir muvaffakıyetin hidâyet nûru, yine O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-…

Kezâ;

Çölden beter ahlâkları, gülistanlardan daha güzel bir mâhiyete dönüştüren bir rahmet başarısı, yine O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-…

Bunun için;

Âhirzaman zulümlerinde boğulan insanlığın yegâne çaresi de, yine ve sadece O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-…

Şairin dediği gibi:

Yol O’nun, varlık O’nun, gerisi hep angarya!

Elbette ki yarınlar;

Sonu eyvahlarla dolu angaryalara dalanların değil, sonu «elhamdülillâh»lar ile dolu dâvet-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e koşanların olacaktır.

Tarihe bakın;

İnsanlığa huzur vaadinde dünyanın bütün devleri ve koca koca devletleri de onca imkânlarına ve maddî cüsselerine rağmen daima huzur ve mâneviyat bakımından tabiri caizse kof çıktılar, daima başarısız oldular. İnsanlığı daima katliamlara ve sefâletlere sürüklediler. Onların bu hâllerini açıkça gören millî şairimiz M. Âkif diyor ki:

Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün:
Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün!

Zira hak vahiyden uzak kâbus ruhların uydurduğu zâlim felsefelerin ve akımların altından, onların adına ne kadar medeniyet deseler de her birinden daima bir başka deniyet / alçaklık çıktı ve insanlığı mahvetti. Yani;

İnsanlığa gerçek bir huzur bahsinde tüm fikirler ve akımlar, daima iflâs etti. Hepsi de en sonunda başarısızlık balçığına saplandı.

Bu hususta;

Bir tek, bi-hakkın, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanlığın halâskârı oldu. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ki, önce bir tek kendi gönlü vardı, sonra bir avuç insan olsa da nice imkânsızlıklar içindeydi. Fakat bütün bunlara rağmen erişilmez bir muvaffakıyet sergiledi. Hem de insana dair her hususta, her yönden başarılı oldu. Bütün cihana rahmet tevzî etti. Hidâyette, şefkatte, merhamette, adâlette, cesarette, dirâyette, kahramanlıkta, kullukta, fedâkârlıkta, yardımda, ahlâkta vesaire her meselede en eşsiz ve zirve başarıyı O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gösterdi. En azılı düşmanları bile; biraz insaflı bakınca, O’na ancak hayran kaldılar. İnanmayanlar bile O’nun hakkında hakkı teslim ettiler.

Peki;

O’nun bu emsalsiz muvaffakıyeti neye bağlı? Bu eşsiz başarısındaki esrar ve hikmette acaba neler var?

Cevap;

O’nun ne öğrettiğinde, nasıl öğrettiğinde ve ne hâsıl ettiğinde gizli ve âşikâr.

İdrâk ve basîretle bakmalı:

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, NE ÖĞRETTİ?

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, önce kelime-i şahâdeti öğretti.

Buna bağlı olarak da;

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; hakkıyla îmânı, «mârifetullâh»ı ve «muhabbetullâh»ı öğretti. Gönüllerdeki nefsânî putları kırmayı öğretti.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; sırlarla yaratılmış olan biz kullara, yegâne yaratıcıyı öğretti.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; düşman kesilen gönüllere, Allah için dost olup kenetlenmiş mü’min kardeşler olmayı öğretti.

Kezâ;

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Rızka muhtaçlara, Rezzâk-ı âlemi öğretti.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; biz âcizlere, Kādir-i Mutlak’ı öğretti.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; ibâdet ve kulluk yolunda insanlığa, Mâbûd-i Hakîkî’yi öğretti.

Kezâ;

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; tüm muhtaç ve gariplere, sonsuz lütuf ve kerem sahibini öğretti.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mazlumlara da zâlimlere de gerçek adâleti öğretti.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, iffetlerini kaybetmiş fertlere ve toplumlara en güzel ahlâkı ve en muhteşem edebi öğretti.

Kezâ;

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; yanlış yola sapmışlara, en doğru yolu / sırât-ı müstakîmi öğretti.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; gurur ve kibre kapılanlara, gerçek azamet ve Kibriyâ sahibinin kim olduğunu öğretti.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bu fânîde vahşetlere dalan gafillere, yüce Kahhâr’ı ve Şedîdü’l-‘ikāb’ı öğretti.

Kezâ;

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bütün günahkârlara, Gaffâr ve Rahmân olan Allâh’ı öğretti.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bütün âsîlere, Tevvâb olan Mevlâ’yı öğretti.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, cehâlet çöllerinde perişan olan îman susuzlarına, kana kana içecekleri rahmet-i ilâhiyyeyi öğretti.

Kezâ;

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün milletlere ve ümmetlere tevhidi ve ebedî kurtuluşu öğretti.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; çaresiz ve ümitsizlere, yüce müjdeleri öğretti.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, zindan kesilmiş gönüllere ve beldelere güneşler nasîb eden feth-i mübinleri öğretti.

Hâsılı;

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün insanlığa ölüm ve ötesini öğretti.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ezelden gelip ebede giden bütün yolculara, onları bekleyen kıyâmeti, mahşer meydanını ve hesâbı öğretti.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün beşeriyet için mukadder olan iki son durağı, yani cenneti ve cehennemi öğretti.

Öyle öğretti ki;

En câhiller bile öğrendi. En gafiller bile öğrendi. En isteksizler bile sevdâya sarılarak öğrendi.

O hâlde;

Müdekkik bir nazarla tefekkür etmeli:

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, NASIL ÖĞRETTİ?

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

Her şeyden önce ancak kendiyle ve kendinde öğretti.

Her hususta;

Muhteşem bir üsve-i hasene, en mükemmel ve emsalsiz bir örnek şahsiyet olarak öğretti.

Her hâlükârda;

Bizzat en güzel tatbikat içinde eğiterek ve olgunlaştırarak öğretti.

İllâ ve illâ;

İdrâk ettirerek, benimseterek, sevdirerek öğretti.

Bu mâhiyette;

En zorlukları bile helva lezzetinde bir aşka dönüştürerek öğretti.

Özellikle;

Birbirinden muazzam sayısız fazîletler sergileyerek öğretti. Öğrenilmesi en zor meseleleri bile en ince sırlar ve hikmetlerle mutlaka öğretti.

Dışardan bakanın;

«–Yahu bu bir mecnun mu?» diyeceği şekilde dâvâsına kendini kurbân ederek öğretti.

Bir an bile tatil yapmadan her ânını bu ilâhî vazifeye fedâ ederek öğretti. Hiç yorulmadan, bıkmadan, kırmadan ve kırılmadan, hiç darılmadan ve vazgeçmeden öğretti. Hidâyetlerle dinlenerek öğretti.

Bir günlük hevesle değil, ömürlük bir nefesle öğretti.

Fânî değil, ebedî bir aşk ile öğretti.

Bir kere değil, binlerce kere öğretti.

Seçtiği bir kişiye değil, ulaştığı her kişiye öğretti. Hidâyeti, ona düşman kesilenlere de öğretti.

Ne olursa olsun;

Hiç anlamayanlara ve anlamamak için akıl almaz şekilde inatçılık gösterenlere dahî öğretti, hem de hayal üstü bir tâkatle öğretti. Üç-beş gün değil, yıllarca süren bir sabırla, son nefese kadar can dağlayan bir sebatla öğretti.

Üstelik;

En ağır hayal kırıklıkları karşısında bile asla azalan değil, bilâkis gittikçe artan bir heyecan ile öğretti.

Daima;

Şevk ile, vecd ile, hiç bitmez bir coşkuyla öğretti.

Hâsılı;

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, uzaktan kumandayla değil bizzat yaşayarak ve en önde koşarak öğretti.

Îmân ile, Kur’ân ile, Allah ile öğretti.

Öyle ki;

Kâ‘bına varılamaz neticeler hâsıl etti. İmkânsız semereler hâsıl etti. İçinden çıkılması zor bir devr-i cehâleti bertaraf ederek her biri yıldızlar mesâbesinde yetiştirdiği sahâbesi ile muhteşem bir asr-ı saâdet medeniyeti hâsıl etti.

İnsanlık huzur buldu. Hayvanat huzur buldu. Nebâtat huzur buldu. Kan gölüne dönmüş çöller de, huzur buldu.

Dolayısıyla;

İki cihanı, kalbe bağlı iki göz yaparak temâşâ etmeli:

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, NE HÂSIL ETTİ?

Büyük bahtiyarlık:

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, öğrettiği her şeyi hâsıl etti.

Müthiş netice:

En olmazların ortasında bile Allâh’ın arzu ettiği İslâm şahsiyetini hâsıl etti. İmkânsızlıklar içinde dahî müjdelediği tüm muhteşem neticeleri ve muazzam muvaffakıyetleri hâsıl etti.

Gerçek tahsilin yegâne örneği:

Başlangıçta sadece bir gönüldü, sonrasında iki dünyayı da huzur ve saâdetle yoğuran ve ebedî kurtuluşu kazanan binlerce, yüz binlerce, milyonlarca gönül hâsıl etti.

13 yıl Mekke’de, 10 yıl Medine’de toplam 23 senelik peygamberliği müddetince O’nun îman, tevhid ve akaid mücadelesi yanında İslâm’ı tüm cihana tebliğ ve bu uğurda karşılaştığı her türlü düşmanı bertaraf edici azim ve gayreti, kıyâmete kadar örnek zaferler hâsıl etti. Eşsiz bir Kur’ân kültürü tevzî etti.

Bedir’de Allâh’ın lutfu olarak az bir kuvvetle, büyük bir düşman kuvvetini bertaraf etti. O savaş esnasında öldürmekten çok gönülleri diriltmekten yana fazîlet ve merhamet kahramanlıkları sergiledi. Aldığı esirlerle Medine’ye dönerken onların yorgunluğunu ve tâkatsizliğini fark etti. Derhâl develerden kendileri indi, esirleri bindirdi. Cihanın o vakte kadar görmediği ve hayal bile edemeyeceği bir merhamet ve insanlıktı bu!

Kezâ;

Uhud’da, Hendek’te, Hayber’de, Huneyn’de ve Tebük’te bütün asırlara ve mü’min nesillere yol gösteren nice destanlar yazıldı. Hidâyet ve fetih sancakları, kıtalardan kıtalara dalgalandı. Can çekişen nice memleketler ve gönüller, aşk ile İslâm oldu ve tevhîd ile ihyâ edilerek dirildi; Kostantiniyye İstanbul oldu.

Çünkü;

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in eğitimi öyle âbide şahsiyetler yetiştirdi ki, insanlık onlarla güzelleşti, onlarla huzuru tattı, onlarla fazîletler medeniyetini yaşadı.

Onlar;

Hazret-i Ebûbekirler, Hazret-i Ömerler, Hazret-i Osmanlar, Hazret-i Aliler, Hazret-i Hâlidler, Hazret-i Muâzlar, Hazret-i Ubeydeler oldu.

Onlar;

Hazret-i Mevlânâlar, Hazret-i Yûnuslar, Hazret-i Akşemseddinler, Hazret-i Fatihler oldu.

Onlar;

Hazret-i Nakşibendler, Hazret-i Hüdâyîler oldu.

Onlar;

İsimleri saymakla bitmez, tüm dünyayı adâletle, rahmetle, merhametle, hidâyetle ve zarâfetle dolduran, ardından çil çil kubbeler bırakan muhterem ve muhteşem nesiller oldu.

Hâsılı;

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gerçek ve hak bir îmân ile insanlığı felâket uçurumlarından tutup çekti ve onlar için sonsuz rahmet, sonsuz nimet ve ebedî cennetleri hâsıl etti.

Ne güzel;

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Allah’tan gelenlere Allâh’a dönmeyi hâsıl etti. O’nun rızâsını ve murâdını kazanmayı hâsıl etti. Yani O’nu kazandı. Böylece her şeyi kazandı.

Ne mutlu;

Bunu idrâk edip de O’na sarılanlara!

Çünkü onların ebediyet yolculuğu, cennette noktalanacak bir istikamete mazhardır.

Artık onlar hakkında;

«Yolculuk nereye?» suâlinin göklerdeki cevabı:

«Cennete!» müjdesidir.

Yâ Rab!
Nasîb et!
Âmin!