AH ARKADAŞIM! SEN NE YAPTIN?

Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

 

Asfalt yoldan ayrıldık. Kasabaya kadar yaklaşık otuz kilometre stabilize yoldan ilerledik. Kasabayı geçince, dağ köylerinin toprak yolunun müsaade ettiği hızla yolumuza devam ettik. Yer yer sel sularının aşındırdığı toprak köy yolları…

İnsanın hiç gitmek istemediği yolculuklar vardır; bazen hiç canınız istemez. Hani; «Bir şey olsa da gitmesek; araba ârıza yapsa, sefer iptal edilse, en azından teker patlasa da biraz geç gitsek…» dediğimiz o yolculuklar. Mutlaka olmuştur…

İşte benim, o hiç istemediğim yolculuğumdu bu…

Dağların arasından, derelerin içinden geçen yollar, yüksek rakımdaki köylere uzanıyordu. Yollar uzadıkça tarifi mümkün olmayan bir acı, boğazımızda düğümlenen o ifadeler daha da bir büyüyordu. İçinden geçtiğimiz köylerde ilgili bakışlar… Çobanların sürüsünü telâş ile yoldan çektikten sonraki saygı dolu baş selâmları… İnsan ister istemez etkileniyor bu sıra dışı hürmetlerden, saygı dolu bakışlardan; ama gel gör ki hakikat bazen yüreklerde ateş, dillerde kor oluyor.

Yaklaştığınız her ev önce bir telâşlanır, sonra tarifi zor bir rahatlık; ama devamı meraklı bakışlar… Yaklaştığınız her evde bu âna şahit olmak mümkün. Çünkü önde bir askerî araç ve arkasında ambulânsın ne demek olduğunu neredeyse bilmeyen yoktur. Evet, bir şehid haberi gidiyor:

“–Acaba kim? Bu sefer kim? Bu sefer hangi ocağa düşecek bu ateş?”

Aslında bu sahne bize hiç yabancı değil. Bizim; yüreği îmanla dolu neslimizden olup, bu vatanın suyunu içip, bu bayrağa gönül vermiş yiğitlerimizden şehid vermeyen bir ev var mıdır? Biz asker bir milletiz. Bizde şehâdet, gurur vesilesidir. Bir şehid babası veya bir şehid anası olmak, bizim için nasip meselesidir.

“–Vatan sağ olsun!” dediğinde dağları titreten babalar;

“–Bir evlâdım daha olsa onu da vatana fedâ ederim!” diyen analar; bu anları haber ekranlarında seyreden hangi yüreği sızlatmamış, hangi gözü yaşartmamıştır?

Komutanlarım; hâfız olduğumu öğrendikleri günden itibaren, şehid haberi vermeye ve şehid cenazelerine beni de götürür oldular:

“–Hâfız, bir Yâsîn-i şerif oku! Hâfız, bir duâ yap!”

“–Emredersiniz komutanım!”

Yıllarca okuduğum Kur’ân-ı Kerîm’in, benim için çok daha başka mânâları oldu o askerî kamuflâj içinde… O şehid analarının bir evlâdı da bendim artık. O acı dolu yüreklerin tâ içinden gelen;

“–Oğlum ömrüne bereket. Rabbim seni anana-babana bağışlasın!..” ifadelerinin tesiri, tarifi mümkün olmayan duygular…

Şehid haberi vermenin bir gururu var elbet; ama şehid haberi vermenin…

Bu, çok başka idi. Meğerse bu, daha zormuş…

Akşam içtimâı uzamıştı. Ocağın ortası idi. Yoğun bir kar yağışı ve tipi bu memleketin normali idi. Kumandanlarda pek de şahit olmadığımız bir telâş ve asabiyet vardı. Tamam, askerliğin ciddiyetini biliriz de bu başka idi. Bir sıkıntı vardı. İçtimâ gittikçe uzamış, tipi iyice hızlanmıştı. Bütün alay, içtimâ alanında hazır bekliyorduk; ama donmak üzereydik. Komutanlar o kadar asabî idi ki akan burnumuzu mendille temizlemeye müsaade etmiyorlardı. Bekleyiş uzayınca görmezden geldiler. Hiçbirimiz ne olduğuna bir mânâ veremediğimiz gibi, sormaya da cesaret edemiyorduk. Arkadaşlar sürekli tazyik ediyorlardı;

“–Komutanlar seni sever, bir sor da öğrenelim! Donduk!” diye.

Komutan yanımdan geçerken bir cesaret sordum;

“–Komutanım acaba neyi bekliyoruz?” diye. Komutan diğer komutanlara bir göz gezdirdikten sonra;

–Bir asker kayıptı. Tuvalette ölü olarak bulmuşlar; ama ne olduğunu ben de tam bilmiyorum. Alay komutanı ateş püskürüyor.

Tam o sırada komutanımızı çağırdılar. Koşarak gitti. Çok geçmeden geri geldi ve;

“–Hâfız koş!” diyerek beni de çağırdı. Alay komutanı da beni tanırdı. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Beni görünce;

“–Hâfız! Sabah beşte hazır ol!” dedi.

“–Emredersiniz komutanım!” dedim ama, neye hazır olmam gerektiğini albayın odasından çıkınca öğrendim. İçtimâda bir asker eksik çıkmış. Alayın her yerini aramışlar, bulamamışlar.

“Asker kaçtı!” diye tutanak tutulacak olmuş, bu sefer de nöbetçi subay kabul etmemiş;

“–Kaçsa ya kameralardan ya kulelerden fark ederdik. Kayıp asker, alayın içinde bir yerdedir!” demiş. Uzunca bir süre aramışlar. Bu arada bütün bölüklerin, içtimâ alanında hazır bekletilmesi üzerine alay komutanı mevzuya vâkıf olmuş. Asker bulunamayınca büyük bir hışımla kendi aramaya başlamış. Kilitli bir tuvalet kapısının önüne gelince sormuş:

–Bu kapı niye kilitli?

–Komutanım, o tuvalet ârızalı.

–Niye akşama kadar ârızası giderilmedi? Açın kapıyı!

Etraftaki komutanlar kapıyı kırmışlar. Kapıyı açmak için zorladıklarında ise kayıp askerin cesedine ulaşmışlar. Askerin boynundaki künyesinden anlaşıldığına göre; daha yeni dağıtımı olmuş ve komando olarak vazifelendirildiğini fark etmişler. Alay komutanı bizzat ilgilenmiş. Gerçeği anlamaları pek uzun sürmemiş. Delikanlı bir yanlış yönlendirmenin, bir yanlış fikrin, bir yanlış arkadaşın kurbanı olmuş. Soruşturmanın neticesinde; askerin komando olmamak için kendisini jiletle kestiğini ve aşırı kan kaybından öldüğünü belirlemişler.

Peki ya sebep?

Arkadaşlar arasında konuşurlarken;

«Vücudunda derin bir ameliyat veya kesik yara izi olanı komando yapmıyorlarmış…” diye yarım yamalak bir şey duymuş. Bunu sadece duyduğu kadarıyla anlattığı arkadaşı anlatmış hâdiseyi:

–Ben evin tek erkeğiyim. Babam vefat etti. Ben de ölürsem annem ve kız kardeşime kim sahip çıkar?

–Allah! Allah sahip çıkar! Bak devletin şehid ailelerine hizmetleri falan çok iyi. Memuriyet veriyor, maaş bağlıyor, sahip çıkıyor da her komando olan hemen şehid mi oluyor? Bir dur bakalım!

–Hayır! Şu derin yara meselesi benim aklıma yattı.

–Saçmalama!

–Şaka şaka…

“–En son konuşmamız bu oldu…” demiş arkadaşı.

Alay komutanın öfkesini ve üzüntüsünü anlamıştım. Askerinin câhilce ölümüne mi yansın, geride kalan gariban anasına, bacısına mı?

Alay komutanı tâlimat vermiş:

“–Başka bir şey söylensin! «Şöyle kahramandı! Böyle yiğitti!» densin! Ailesinin bir suçu, günahı yok. Garipler bir ömür bu acıyla yanmasınlar!”

Ve benim vazifem! Şehid cenazelerine yapılan uygulamanın aynısı…

Yine komutanlarımla birlikte ardımızda bir ambulâns, askerî araçla bir köye vardık. Bizi gören teyzelerin dudaklarını ısırışı ve ellerini ağızlarına götürüşü… Kendi evlerini geçmemize rağmen peşimizden ayrılmadılar ve köyün sonundaki tek katlı evin önüne kadar eşlik ettiler. Hakikaten iki göz odalı bir kulübecik, yanında bir ahır, ahırda yaşlı bir inek… Bu inek sağılacak ve sütü ile geçinilecek…

Arabaların sesine kapıya çıkan annesi, hepimizin gözüne teker teker baktı. Hepimizin bakışları yerde. Komutanımız annenin elini öptü:

–Başınız sağ olsun anne!

–Öyle mi evlât? Vatan sağ olsun be kuzum! Siz sağ olun! Şehid anası mı oldum ben şimdi? Ama… Ama daha yeni, yerine gitmediydi…

O an kimse komutanımızın yerinde olmak istemezdi, ben de öyle.

–Anacığım dağıtım yerleri belli oldu; ama oğlun henüz gitmemişti. Oğlunu bir trafik kazasında kaybettik. Başın sağ olsun. Devletimiz bütün imkânlarıyla yanınızda olacak. Sen de bize emânetsin.

–Şehid olamadı mı benim oğlan?

–Şehid sayılır ana! Bak bu asker Hâfız, şimdi Kur’ân okuyacak size. Arkadaşlarına hatim de okuttu. Yarın da askerî tören ile defnedeceğiz oğlunu.

O acılı ana, yaşlı gözlerle etrafına baktı. Kızını yanına aldı:

–Ben tören mören bilmem evlâdım! Sizin ora gidenin komando olacağını duyduydum. Ben hep şehâdet haberine hazırladıydım kendimi, ne olacak şimdi? Nasıl olacak?

–Ana asker vazifede iken ölürse şehid gibidir. Sonuçta vatan hizmetinde iken oldu.

–Doğrudur; ama ben öyle hissetmiyorum! Yüreğimde kocaman bir boşluk var, ben pek bir emin olamadım sanki… Ama sizin dediğiniz gibi olsun…

İşte ana yüreği nedir, bir kez daha şahit olmuştuk; ama hiçbir zaman tam mânâsıyla anlayamayacağımız bir şeydi bu…

Bir Yâsîn Sûresi okudum; ama hatim gibi geldi. Duâ yaparken annesi bir an olsun gözünü benden ayırmadı. Şehid cenazelerinde yaptığım duânın aynısını yaptım. O yaş dolu hâli ile emin olamayan bakışları, ilk o annenin gözlerinde gördüm ben.

O gün karar verdim. Bir gün bunu mutlaka anlatacaktım öğrencilerime, bir gün mutlaka kaleme alacaktım…

Öğrencilerime şehâdet makamını çok iyi öğretmem gerektiğini iliklerime kadar hissetmiştim. Vatan müdafaasının ne demek olduğu, aslında zihinlere ve gönüllere çok daha önceden kazınmalı imiş. Bu aslında komutanlardan önce; ebeveynlerin, öğretmenlerin ve hocaların bir vazifesi imiş.

Bir de en çok üzüldüğüm, yanlış akıl veren arkadaşının kurbanı oluşu…

“Kişi arkadaşının dîni üzeredir. Öyleyse her biriniz kiminle arkadaşlık ettiğine dikkat etsin!” (Tirmizî, Zühd, 45) hadîs-i şerîfini talebelik hayatım boyunca çok defa duymuş; ama mahiyetini tam kavrayamamış olduğumu bugün fark ettim. Nasıl oluyor da; «Şehâdet» gibi yüce bir makam ile; «İntihar» gibi bir zillet, tercih meselesiymiş gibi bir durum ortaya çıkıyor? Nasıl oluyor? Elbet, intihar diye yapmadı! Ama… Ama giden, bu vatanın bir fidan boylusu oldu…

“Derin kesik!”

“Ne kadar derin kesik?” diye aklına gelmiyor. Niyet hâlisiyyetini kaybedince aklın önüne geçen perdenin de haddi-hesabı olmuyor maalesef.

İnsan mevzudan biraz sıyrılıp bakmaya çalışıyor; “Suçlu kim?” diye. Garip anacağını listenin sonuna koyuyor; hisse alacak bizlerle tabloyu baş başa bırakıyorum.

Rabbim şehid kanlarıyla yoğrulmuş bu vatanı lâyıkıyla muhafaza etmeyi cümlemize nasip eylesin. Âmîn…