Sökün Sahte Su Borularını, Ev Ev MERHAMET ŞEBEKESİNİ KURUN!

M. Aşır KARABACAK ma.karabacak@gmail.com

“Etmeyin Reis Bey, siz ağlayamazsınız! Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz!”

Bu müthiş replik; büyük mütefekkir, şair ve sanat adamı Necip Fazıl KISAKÜREK’in Reis Bey isimli eserinden minik bir parça.

Reis Bey yani mahkeme reisi olan hâkim bey, katı bir kanun uygulayıcısıdır. Öyle ki kanundaki maddeleri daima karşısındaki sanığın aleyhine işleyecek şekilde kullanır. Bunu yaparken de kendince büyük bir dâvâya hizmet ettiği inancıyla hareket eder. O dâvâ ki Reis Bey’in tiyatro eserinde kendi dilinden şöyle ifade bulur:

“Ferde verdiğim ceza isabetsiz olabilir; cemiyete aradığım devâ, isabetlidir. Varsın, bir kötünün bürünmesi ihtimali olan masumluk maskesini kullanılmaz hâle getirmek için bin masum fedâ edilsin…”

Cemiyete devâ aramak veya cemiyeti esir alıp yavaş yavaş bütün uzuvlarını kangrene çevirecek muhtemel risklerden muhafaza edecek kararları vermek, elbette bir hâkimin öncelikli vazifesidir. Ve fakat bu kutsî dâvâyı icrâ esnasında veya hedefin yüceliğinin tesiriyle masum veya değil derinlemesine tetkik etmeksizin ferdin tecziye edilmesi, tek başına hâkimin verebileceği basit bir karar değildir.

Bununla birlikte, aldığı eğitim ve sürdüğü hayat tarzı ile Reis Bey; bu tür kararları verebilecek bir kudret vehmetmektedir kendisinde ve bu esnadaki isabetsiz kararları birtakım küçük kayıplar olarak görmektedir. Çünkü cemiyete hizmet ettiği inancı, sığındığı en sağlam ve en yalın kaledir.

Öyle ki; “Gözyaşı suçun rengini soldurmaz!” diyecek kadar his yoksunu ve «merhamet» için; “Ağızların iğrenç sakızı, idamlık suç!” diyecek kadar da kalbini ulvî hislere kapatmış makine gibi bir kanun adamıdır.

Ailesi olmayan, hanımına beylik, çocuklarına babalık diğer aile fertlerine amcalık, dayılık, eniştelik, bacanaklık vs. yapmamış ve bütün bu cemiyet gerekliliklerini, alışkanlıklarını üstlendiği kutsî vazifeye kurban etmiş bir nevî kanunun yüce koruyucusu olmuştur Reis Bey. Bundan sebep de hem yaşının hem de hayatının yaşanmışlığının kazanımlarıyla katılığı gün geçtikçe artmakta, kanunlara bağlılığı ise bir o kadar kuvvetlenmektedir.

Derken;

Karşısına gelen bir dâvâ ve yılların tecrübesiyle; gözü kapalı, katı, sert ve hissiz bir şekilde uyguladığı kanun ölçüleri ile bir genci annesini öldürmek suçuyla idama mahkûm ederek astırır.

Hâlbuki, elinde zayıf da olsa gencin suçsuzluğunu görebileceği ve ona göre karar verebileceği veya idam kararını öteleyebileceği birtakım deliller vardır. Fakat Reis Bey; “Suç, her zaman bir edebiyata ihtiyaç duyar.” der ve; “İşlenen korkunç suçun cüzamlı suratına bakmaktan kaçıran bu edebiyat esnaflığını bir yana bırakın ve görünürdeki suçun, görülmesi mümkün bir îzahı varsa onu ortaya dökün!” diyerek sunulan delilleri zayıf ve kurtulmak isteyen bir suçlunun başvurduğu veya başvurabileceği akıl aldatmaları olarak görür, anlar, bilir.

Bir müddet sonra, kısa veya uzun bir müddet onu bilemiyoruz. Çünkü Üstad Necip Fazıl; eserinde zaman üzerinde çok durmaz, onun gerçekte görülmesini istediği şey, hâdisâtın bizzat kendi yalın çıplaklığıdır, gerçek kātil yakalanır ve bizim katı kuralcı Reis Bey, gencin asılmadan önce söylediği tesirli cümlelerin kıvılcımıyla, «pişmanlık» ateşinde gözyaşı ile pişerek «merhamet» dilencisi bir «Âdem Baba»ya döner.

Öyle ki;

Reis Bey, genci astırdıktan sonra kaldığı otelin holünde, resepsiyonda gencin dadısı ile karşılaşır. Aralarında şöyle bir muhâvere geçer:

Reis Bey — (Dadıya) Geldiğine iyi ettin! Ben de seni arıyordum!

Dadı — Ne yapacaktın?

Reis Bey — Beni affetmeni isteyecektim.

Dadı — Eğer ben seni affedersem, yeryüzünde suçu bağışlanmadık insan kalmaz!

Reis Bey — (Dadıya bir adım yaklaşır.) Yeryüzünde suçu bağışlanmadık insan kalmaması için beni affet!

Ana tema da budur zaten. Merhamette öyle bir noktaya gelmeli ki insan, affedemeyeceği hiçbir nokta kalmasın. Yıllardır baktığı masum yavrusunu astırsa birisi, onu bile affedebilmek.

“Baş aşağı bir cemiyeti baş yukarı edecek kudret, her tarafın birbirini affetmesinde…

Hepimiz birbirimizi affetmeliyiz. Dağları kaydıran bir zelzele olurken, birbirine sarılmış çocukların hâline dönmeli değil miyiz? Nedir bu zelzele arsasında birbirimizin saçını yolduğumuz, ciğerini söktüğümüz?”

Bu noktaya gelmek için önce ağlamayı öğrenecek insan, sonra da merhamet tohumları yeşerecek ve büyük bir merhamet ağacına dönecek yüreklerde o merhamet tohumları, tüm insanlığı gölgesine alabilecek derecede büyük bir merhamet ağacı.

Bitirim yerinde; etrafını saran kumarbazlara, kātillere, ayyaşlara ve bilumum toplumun zararlı gördüğü davranışları yapan insanlara, ağlamayı öğretmek için şöyle seslenir Reis Bey:

“Gidin; akşamları, yamru yumru evlerin yılankavi sınırladığı kuytu mahallelerde dolaşın, oralarda, sokak ortalarında ağlayan çocuklar göreceksiniz; onlardan ağlamayı öğrenin!.. Hastahâne önlerinde, adliye koridorlarında, hapishâne kapılarında, yazıhâne eşiklerinde, maden kuyularında, tarla hendeklerinde… Daha nerelerde nerelerde? Kansızlıktan kurumuş bir insanlık kaynaşıyor. Seyredin ve ağlamayı öğrenin!..

Annelerinizi düşünün!.. Yüreği yufka, komşu hediyesi börekten, en hatırlı parçayı bir gazeteye sarmış, zindan kapısında sıra bekleyen, gözyaşının kudretini, demiri eritecek bir kezzap hâline getiren annelerinizi düşünün!.. Ağlamayı öğrenin!..

Ağlayın, çocuklar!.. Mazlumun kendinde kıyılana, zâlimin de kendinde kıydığına ağlayın! Mazlumun hesabı görülür; ya zâlimin kaybettiği?.. Gözyaşına ulaşılmadıkça ele geçmez. Zâlime daha çok ağlayın, çocuklar; zâlimde beni ve kendinizi görün, ona daha çok ağlayın!.. Bir gözyaşı çetesi kurun ve insanlara gözyaşını öğretinceye kadar delik deşik edin onları bıçaklarınızla, kurşunlarınızla değil, ıslak kirpiklerinizle… Bıçaklarınızı size, tavuk kesemez hâle geldiğiniz zaman geri vereceğim. Duygunuz körleşecek olursa, sivri uçlarını hafifçe parmağınıza batırıp gözyaşını hatırlarsanız…”

***

Merhamet!

“Evet, Amerika’da bir cinayet işlense, dünya çapında bir ses bütün insanlığa sorsa;

–Kātil kim?

«–Benim!» diye bağırabilmek kudretini gösterecek ruh ikliminin baharı.”

Merhamet!

Dünyanın neresinde olursa olsun hem mazlumun hem de zâlimin derdini çekebilecek bir noktayı yakalamak iç dünyamızda. Bu kıvâmı tutturabilirsek “her fert, baş ucuna; «Suçlu benim, herkes suçsuz!» levhasını” asabilirse ancak o zaman ne zâlim kalacak ne de mazlum kalacak çevremizde.

Merhamet!

Suriye’de, Myanmar’da, Yemen’de 8 yaşındaki kız çocuğunun ekmek bulamadığı için 5 yaşındaki kardeşinin gözyaşlarını durdurabilmek adına;

“Haydi kardeşim, bir oyun oynayalım seninle. Kapat gözlerini şimdi ve cenneti düşün, orada Allâh’ın bize vereceği oyuncakları, doyuncaya kadar yiyebileceğimiz yaş pastaları düşün!” diye hikâyeler uydurabilmesi ve bu hikâyelerin mutlu sonuna; “Hepinizi Allâh’a şikâyet edeceğim!” cümlesiyle bitirmesinden mes’ul olabilmektir.

Merhamet!

Büyükşehirlerin çöplerinde hayâtiyetini devam ettirebilmek için; birkaç parça yenebilen ve kullanılabilen bir şeyler bulabilmek ümidiyle, yüzünün ar perdesini onurla koruyan göçmenlerin kalplerindeki umudu yeşertebilmek adına, hiç olmazsa sızlayan bir yüreğe sahip olabilmektir.

Merhamet!

“Soğuk kış geceleri, köprü altında yatan çıplakların vebâli benim boynumda, gömleğimin yakasında… «İsterseniz çareme ‘Adlî Tıp’ baksın; fakat bir hastahâneye girsem de, kan kanseri çeken sapsarı hastalar görsem, onları bu hâle ben mi getirdim?» diye düşünüyorum. Ben ne yaptım; uykuda, baygınlıkta, annemin karnında, babamın kanında, hangi cinayeti işledim, hangi mukaddesi kirlettim ki, kendimi, gelmiş gelecek bütün fenalıkların tek sorumlusu biliyorum.” fikriyâtını taşıyabilecek güce mâlik olabilmektir.

Merhamet!

Affedebilmektir. Affede affede, affa lâyık olabilmek tedrîsidir.

Merhamet!

“O, merhametlilerin (en) merhametlisidir.” hitabının yüce muhatabı olan Allâh’ın rahmetine kavuşabilmenin dünyevî temrinleridir.

Bunun için yapılması gereken de her şeye ve herkese merhametle yaklaşmak ve her kaba tavır ve davranışın merhamet hohlamalarında eridiği engin bir yüreğe sahip olabilmek gerekmektedir. Çünkü;

“Merhamet; hiçbir şeyin kendisi değil, su gibi, toprak gibi, hava, ateş gibi, her şeyin temeli… Onu getirin, kuracağı iklimde «iyi»nin ölü bitkileri dirilsin, «kötü»nün de diri bitkileri ölsün…” gibi vazgeçilmez, onsuz olunmaz, hayatın lâzım-ı gayr-ı mufârığı bir fiildir.

Yazımızın hemen girişinde bir replik vermiştik. O repliğin devamında idam edilen genç şöyle der Reis Bey’e:

“Siz merhametten, acıma duygusundan yalnız kötülük doğacağına inanmışsınız. Yerinde haklısınız. Fakat ondan ne büyük iyilik doğacağını unuttuğunuz için, en büyük hakkı kaybediyorsunuz. Rahmet, kaldırılmış sizin kalbinizden… Buz çölünde yol alıyorsunuz!”

Buz çölü.

Merhametsiz bir iklimin ne güzel tezat yüklü bir ifadesi. Bir tarafta rahmet ve merhamet; diğer tarafta yüreklerin buz tutması, hayatın çölde yitip tükenmesi.

Hâlbuki Rabbimiz ne kadar merhametli. Ve bize merhamet tâlimi yapıyor. Yüzlerce âyet-i kerîmede merhamet ve rahmetle yol gösteriyor. Bize düşen sadece bu ilâhî iksiri içebilecek bir ruh dinginliğinde olabilmek ve kalbimizi kullanmayı öğrenebilmek. Kullanma kılavuzu da aslında elimizin altında. Bir ismi de «Rahmet» olan Kur’ân-ı Kerim.