SEVİNDİRECEK BİR HÜZÜN

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Zaman nehri, beden sandalımızı biz istesek de istemesek de kabir kapısına doğru sürükleyip götürüyor. Bu gidişi ne durdurmak ne yavaşlatmak mümkün. Ancak bu sırada geçen zamanı lehimize olan amellerle değerlendirmemiz mümkün.

Eğer gafletle yaşayıp giderken, kendimizi birdenbire kabir kapısında bulup pişman olmak istemiyorsak; ne kadar olduğunu bilmediğimiz bu süreyi, an be an bize fayda veren işlerle kıymetli hâle getirmemiz gerekiyor.

Bunun için de insanın geçen her günü, hattâ saati muhasebe etmesi lâzım. Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, hiç değilse birkaç saatte bir durup; «Ben bu birkaç saatte ne yaptım?» diye kendimizi hesaba çekmemizi tavsiye ediyor.

Tasavvuf yolunun hakkını vermiş, makam sahibi olmuş zâtlar; her nefes uyanık olmaya, Allâh’ın bizi gördüğünü, bizim O’ndan gafil olduğumuz zamanda da bizden gafil olunmadığını hatırda tutmaya çalışmışlar. O kadarını yapamıyoruz ama hiç değilse günlük bir muhasebe yapmaktan da âciz kalmamalıyız.

Hiç değilse hata ve kusurlarımıza tevbe, istiğfar edip; «onları telâfi edecek ne yapabiliriz?» diye arayış içinde olsak…

Tasavvuf edebiyatının ilk sîmâlarından olan Hâris el-Muhâsibî; er-Riâye adlı eserinde nefis muhasebesini, geçmişin gözden geçirilmesi ile geleceğe dair niyet ve himmetin kuvvetlendirilmesi yönünden ele almış.

İnsan; geçmiş ve geri gelmeyecek olan mâzî ile, ele geçip geçmeyeceği bilinmeyen âtî arasında, bu ânı yaşarken mutlaka onu iyi değerlendirmenin derdinde olmalı. Bunun için de geçmişin hatalarından ders alıp, şimdi onları geri getiremediğini düşünüp, o pişmanlığın acısından himmetini kuvvetlendirmek için istifade etmeli.

Öte yandan üzüntü içine gömülüp kalmak ve kendini kötüleyip durmak değil, aksine onlardan ders alıp bir daha yapmamanın çaresini aramak lâzım. Neden öyle bir gaflete düştüğünü, hangi küçük gördüğü hataların onu bu hâle getirdiğini araştırmalı. İşte daima böyle mânevî yönden kâr-zarar hesabı içinde olup; «Sevap kazancımı nasıl artırırım, günah ve kusur gibi zararlardan nasıl korunurum?» diye düşünüp duran insan, elbette kendini düzeltecektir. Allah Teâlâ Hazretleri’nin;

“Onu (nefsini) arındıran kurtuluşa ermiştir.” (eş-Şems, 9) âyet-i kerîmesinde verdiği müjde de bu olsa gerektir.

İnsan; hatalarını ve eksiklerini düşünüp, hiç değilse üzüntü çekse, kendini tam düzeltemese bile bu üzüntüsü ona keffâret olabilir. Hem üzüntü, insanı insan yapan duygudur. Belgesellerde görürüz; sürüye bir yırtıcı yanaşır, bir yavruyu yakalar. Sürünün geri kalanı panikle kaçışır. O yavruyu kimse umursamaz, herkes kendi canını kurtardığına bakar. İnsanlar da artık öyle olmaya başladı. Her gün, her saat aramızdan kurbanlar veriyoruz, üzülmüyoruz bile…

Zamanımızda internet mecrâlarında uydurma özlü sözler ve kendi irfânımızdan doğmayan îtikat ve anlayışlar dolaşıyor. Meselâ diyorlar ki:

“Allah -Zülcelâl- Kur’ân-ı Kerim’de; «Lâ tahzen!» yani; «Üzülme!» diyor; öyleyse üzülmeyelim!”

Hâlbuki Rabbimiz; «Üzülme!» dediğine göre, demek ki o âyetin ilk muhatabı olanlar üzülüyorlarmış.

Bazı evliyâlar; kalpte devamlı bir hüzün hâli olmasını, kalbin diriliğine alâmet sayıyorlar ve şöyle diyorlar:

“Nasıl ki bir evin sahibi varsa; onu devamlı temizler, tamir eder ve o ev ayakta kalır. Ama terk ederse, ev bir müddet sonra vîrâne olur. İşte hüzün de kalbin ev sahibidir; onu devamlı temizler, tamir eder. Hüzün yoksa kalp gitgide vîrâne olur, ölür.”

Kalp; hayatın akıp geçmesi, lâyıkı veçhile değerlendirilememesi, Allâh’a karşı kulluk edebimizdeki noksanlarımızın olması karşısında üzülüyorsa, anlaşılıyor ki tamamen ölmemiş.

Hattâ Allâh’ın velî kulları;

“İnsanın kaçırdığı iyiliklere üzülmemesi, kalbin öldüğünün işaretidir.” diye bir ölçü koyuyor ki, bizler o ölçüye göre neredeyiz?

O dereceye varamadıysak, bari eksikliklerimizi düşünüp pişmanlık acısı duymalıyız ve nefsimizi ayıplamalıyız ki hiç değilse nefs-i levvâme sıfatına sahip olalım. Kendimizi tam düzeltemiyorsak bile hiç değilse hata ve kusurların kalbi nokta nokta işgal edip, katılaştırmaması için kendimizi ayıplamaktan da geri kalmayalım. Nefsin; «kötülüğü çok emredici» sıfatını tezkiye etmek, cüretkârlık ve umursamazlığını biraz olsun kırmak için, onu ayıplamayı, suçlarımızı îtiraf etmeyi âhirete bırakmayalım.

İnsan; kendini beğenmezse, düzelebilir. Esasen modern psikolojide dahî, insanın kendi aşırılık ve anormalliklerini kabul etmesi, iyileşme için bir ümit sayılıyor. Batılıların insight dedikleri, «iç görü» diye çevrilen kabiliyet, psikolojik rahatsızlıkların düzelmesini kolaylaştırıyor. Ama kendini beğenen, toz kondurmayan, cümle âlem ona; «Anormalliklerin var, aşırılıkların var!» dese de asla kabul etmeyen kişiler, pek düzelmiyor. Hattâ tedaviden kurtulmak için rol yapıyor, ama kendini haklı görmeye ve beğenmeye devam ediyor.

Nefis öyle bir aldanış içinde olabiliyor ki, en yakınları ona; «Tedavi olmalısın!» dese de bunca kişinin ona komplo kurduğuna inanabiliyor. İşte böyle savunma kalkanlarına sahip olan nefse, haksızlığını kabul ettirmek çok da kolay değil. Hele şu içinde bulunduğumuz zamanda…

Birçoğumuz en azından nefsimizi uysallaşmış, boyun eğmiş zannetmekle hataya ve gaflete düşüyoruz. Ahmed Harrâz -kuddîse sirruhû-’nun bir benzetmesi vardır:

“Nefis; durgun suya benzer, ilk bakışta temiz görünür. Ama biraz karıştırılınca, dibine çökmüş olan pislikler yüze çıkar. Bu sebeple nefsi mihnet ve meşakkatle imtihana çekmelidir.”

Bizler nefsimizin âcil ihtiyaçlarını temin eder, onu sakinleştiririz. Daha fazlasını istemek için de ümidi yoktur; o yüzden siner, uygun zamanı bekler. Bu sakin hâline bakıp gaflete düşersek; bir imtihan gelip çattığında, nefsin gerçek yüzü meydana çıkar. O zaman onu tanımadığımız için gafil avlanırız.

Hayatta her şey bir imtihandır. Nimetler, başarılar, ele geçen imkânlar… Yahut onların elimizden gitmesi, sıkıntılara, hastalıklara dûçâr olmamız…

En büyük imtihan ise, vâdemizin dolması. Elimizden giden şeylere ne kadar üzülüyoruz. Hâlbuki hayat süremiz bittiği zaman, en büyük imtihanla karşılaşmış olacağız.

Hayatım boyunca birçok sekerât gördüm, birçoğu da dindar kişilerdi, ama içlerinde huzurla canını teslim eden kimse görmedim. Doksan yaşındaki ninem; «Duâ edin de Allah şifâ versin!» diyordu. Ömrünün elli yılı, gelininin yanında sığıntı gibi geçmişti. Bir bohçaya sığacak kadar giyecek ve eşyası vardı. Canının istediğini alamaz, pişiremezdi. Ömrü namazla, niyazla geçmişti. Ama; «Öleyim de kurtulayım!» demiyordu.

Nefis; ne olursa olsun yaşamayı isterken, Azrâil emâneti almaya gelecek. Şeytan son kozunu oynamak için bütün gücüyle çullanacak. Böyle zor bir imtihanla karşı karşıya kalınca hâlimiz ne olacak? Onun için nefsimiz hakkında gafil olmaktan sakınmalıyız. Onun uysal hâli bizi aldatmamalı; onu hoşlanmadığı şeylerle terbiye etmeli, Allâh’ın emirlerine boyun eğdirmeli, teslîmiyet ve rızâya alıştırmalıyız.

Son nefeste îmân üzere ölmenin garanti olmadığını düşünüp, o gün için devamlı nefisle muhasebe yapıp durmalıyız. Bu hâin ortak; bizi sinsi sinsi kendi istediği tarafa çekiyor, sermayemizi hep kendi hevâsına harcayıp tüketiyor. Bunun farkında olup; ona boyun eğdirmeliyiz ki, pişman olmak için çok geç kalmış olmayalım.

Allah dostları bu tavsiyeleriyle bizleri önümüzdeki zor günlere hazırlıyor. Başta nefsim olmak üzere bu nasihatlerden dersimizi alalım inşâallah. Rabbim bu zorlu düşmana karşı yardımcımız olsun.

Güzel bir duâ ile bitirelim:

“Allâh’ım; ömrümüzün kalan kısmını geçen kısmından hayırlı eyle. Âmîn…”