BU DA MI İNKÂR DEĞİL? TEKFİR YOK!..
Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com
Peygamberimiz şöyle buyurur:
“Hiç kimse, bir başkasına fâsık veya kâfir demesin. Şayet itham altında bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa, o söz onu söyleyene döner.” (Buhârî, Edeb, 44)
Âlimlerimiz der ki:
“Ehl-i kıble tekfîr olunmaz.”
“Bir kişinin küfrüne doksan dokuz delil olsa, îmânına ise bir tek delil bulunsa, bu tek delile göre hüküm vermek gerekir.”
Aslında îman, dînimizde son derece hassastır. İbâdet sahası birtakım noksan ve kusurlarla beraber makbul olabilir. Her ibâdet ayrı değerlendirilir. Meselâ; namazı yok diye orucu da iptal edilmez, umumî prensipte. Sabahı kaçırmış olman, öğlenin kabulüne mâni olmaz.
Fakat îman sahasının; «Ya hepsi ya hiç!», «Ya tamamı ya hiçbiri!» diyebileceğimiz bir mantığı vardır. Meselâ kitaplara îman prensibi, bütün semâvî kitaplara ve o kitaplardan Kur’ân’ın bütün âyetlerine îmânı gerektirir. Aynı zamanda diğer bütün maddelerin de tam olması gerekir. Hepsi varsa îman vardır. Bir teki bile yoksa, îman yoktur.
Buna rağmen prensipler açık. Bir mü’minin îmânı hakkında hüküm bildirmekten böyle sakındıran bir dînimiz var.
Çünkü, bir müslümanın irtidâd etmesinin; evlilikten mîrâsa birçok meseleyi alâkadar eden fıkhî, hukukî ve siyâsî neticeleri var. Geçmişte ve günümüzde; radikalizm, tekfîri kullanmış ve müslüman muhataplarını ölüm listesine kolaylıkla almıştır.
Yine; bir kişinin küfrünü ilân etmek, onu uzaklaştırmak ve dışlamak demektir. Bu sahaya girmemek; ona mühlet vermek, tevbe, ıslah ve irşâdı için ona zaman tanımak için faydalıdır.
Tarihte ancak; fitne-fesat karıştırmış, siyâsî isyanlara yol açmış Şeyh Bedreddin tarzı kişiler, irtidat suçlamasıyla bertaraf edilmiştir.
Lâkin her husus gibi bu mevzunun da bir îtidal terazisi var.
KORUMA ŞEMSİYESİ Mİ?
Şahs-ı muayyene, belirli bir kişiye; «kâfir» demek bu mahzurları taşıyor, fakat şimdilerde kişiyi küfre sevk edecek söz ve fiillerin îkazen ifade edilmesi de «tekfîr» diye addolunur oldu. Tekfir yasağımız, her türlü çizgi dışına savruluşa bir şemsiye yapılmak isteniyor. Yine şahs-ı muayyen için, bu şemsiye olsun. Fakat o şahsın fikir diye ortaya attığı inkâr ve dalâlet propagandasına bu koruma şemsiyesini açmamak lâzım.
Zaten bugün ne irtidat edeni cezalandıracak bir yapı var, ne hukukî takibâtı yapacak bir mercî. Ne de bunu arzulayan bir kitle…
Halk tepkisi mi? Ekranlarda, şurada burada ateist olduğunu, din muârızı olduğunu gururla (!) ifşâ ve ilân eden bir sürü adam veya kadın var. Bırakın tepki görmeyi, raytingleri bile var ki, televizyon programlarında aranan isimler olabiliyorlar.
O hâlde, küfür kokan işlere; «İnkâr bu!» denmesine; «Tekfircilik yapmayın!» diye tepki vermek çok da doğru değil.
Ayrıca küfrâlûd işlere müstehak olduğu etiketi yapıştırmamızın sebebi şu: Nehy-i ani’l-münker vazifemizi yapmak ve insanları muhafaza etmek.
Çünkü dînî eğitimin yakın tarihte ciddî inkıtâlara uğratıldığı, hâlen de toplumda henüz istenen seviyeye ulaşmadığı ülkemizde; ekranlarda ve internet köşelerinde üretilen kendinden menkul yahut batıdan ithal dînî anlayışlar hakkında halkımızı uyarmak gerekiyor.
Bu îkazlar gerçekleştirilince, bu fikirlerin tezgâhtarları veya müdâfîleri hemen sinirleniyorlar. Kendilerine yöneltilen ilmî reddiyelere, vicdânî îkazlara ve gayet müdellel itirazlara cevap vermek yerine yaygara yapıyorlar:
“Eyvah tekfir ediliyoruz! Linç ediliyoruz. Artık burada tezgâh açamam. Fikir babalarımın yanına gideceğim!..”
Dînine, vatanına ve ecdâdının Roma’yı, Viyana’yı fethetme aşkına karşı; Can DÜNDAR rûhu taşıyan herkesin yolu açık olsun!..
İşte geçtiğimiz ay yaşanan hâdise:
Mustafa ÖZTÜRK’ün Kur’ân’ın mahiyetine dair iddiaları; kendi kitaplarından, kendi beyanlarından, fotoğraflı, belgeli ortaya konuldu. Çok geniş bir kesim tarafından;
“–Bu nasıl bir vahiy inancı? Bu nasıl Kur’ân telakkîsi? Bu nasıl bir Allah inancı?” diye soruldu.
Gören, okuyan herkes, hayret ve taaccüp hâlinde sordu; “Böyle bir Kur’ân inancı olur mu?”
Öztürk; Karar gazetesindeki köşesinde kendisini savunmak için Süyûtî, Tahâvî gibi âlimlerin arkasına ve markasına sığındı fakat, reddiyelerde1 ortaya konduğu üzere bunlar da çarpıtma çıktı… Sonunda Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu bir açıklama yaparak2, Kur’ân vahyinin lâfız ve mânâ olarak Peygamberimiz’e vahyolunduğunu ifade etti ve Öztürk’ün iddialarını reddetti.
Diyanet İşleri Başkanlığının vazifesi bu:
Halkı dînî hususlarda aydınlatmak. Ülke gündeminde tartışılan bu hususta herhâlde, Tabipler Birliği veya Mimarlar Odası konuşmayacaktı?
Sonunda anlaşıldı ki; Öztürk’ün «ikinci görüş» diye ısıtmaya ve muhataplarını ısındırmaya çalıştığı anlayış, İslâm tarihinde ancak ve ancak Karmatîler ve İsmailîler tarafından benimsenmiş. Bunlar kim mi? Kâbe’ye baskın verip huccâcı katleden, Hacerü’l-esved’i kaçırıp Kâbe’yi otuz yıl mahrum bırakan çapulcu, sûikastçi bir bâtınî kol. Aman aman, bunları da tekfîr etmeyelim!
Bir de düşünce hürriyeti meselemiz var:
“Görüşlerine katılmıyorum ama düşüncesine…” diye başlayan cümlelerle Öztürk’e destek olan birkaç şahıs oldu. Bu kişiler unutmamalı ki; Öztürk’ün düşüncelerinin gençliğimizin akîdesini bozacağını, insanımızı zehirleyeceğini düşünmek de bir düşüncedir. Bu da bir kanaattir ve kayda değer bir kanaattir. Bunu açıklamak neden linç olsun?
Ülkemizde sınırsız düşünce hürriyeti var. Mustafa ÖZTÜRK’e verilen tepki; onun bir ilâhiyat fakültesinde, «tefsir profesörü» olarak vazife icrâ ediyor olmasındadır. Yoksa bu ülkede uçuk kaçık her türlü görüşü ileri süren sayısız insan var.
Din İşleri Yüksek Kurulu’nun açıklaması ve diğer reddiyeler, Kur’ân’ın mâhiyeti etrafındaki Öztürk’ün çarpıtmalarını düzeltmeye yeter.
Fakat onun bu iddiasına zarûrî gerekçe diye ileri sürdüğü bir husus daha var. Bu yazıda bu iddiasını çürütecek birkaç delili serdetmek istiyoruz.
Özetle diyor ki:
“Kur’ân; Mekke döneminde başka, Medine döneminde başka bir dil kullandı. Mekke’de iken mâsum addettiği İsrailoğullarını, Medine’de ötekileştirdi, Allahsız ilân etti. Mekke’de ahlâkı öne çıkaran mesaj; Medine’de ganîmet, savaş gibi mefhumlara dönüştü. Pragmatikleşti.”
Öztürk’e göre; eğer bu menfî değişimi, Peygamber’in zihnine mâl etmezsek, Allâh’ın ahlâkîliği problemiyle karşı karşıya kalırmışız. Öztürk demek ki, var gördüğü bir ahlâksızlığı, Peygamber’e mâl ederek Allâh’ı kurtarmış oluyormuş.
OPERASYONEL İLİM ADAMI!
Maalesef; Öztürk’ün hemen hemen her kitabında, her makalesinde, her konuşmasında ve her tebliğinde düştüğü bir handikapı var:
Tarihselciliği ispatlama güdüsüyle hareket etmek. Her şeyi tarihselciliği ispatlama fırsatına dönüştürmeye çalışan zihni, bu uğurda Allâh’a ahlâksızlık isnâd etmekten dahî çekinmiyor. Gazeteci İsmail KILIÇARSLAN’ın, 25 Aralık 2018 tarihli yazısında isabetle vurguladığı gibi; Öztürk, bir «ilim insanı» değil, «popüler bir vaiz» gibi davranmaktadır.
Aldığı dâvâyı ne pahasına olursa olsun kazanmak için, çiğnemeyeceği kaide olmayan bir avukat gibi çalışan zihni, birçok mevzuyu sadece işine gelen yönüyle ele alıyor.
Ahlâkı bize öğreten Cenâb-ı Hak’tır. Bu iddia ettiği şeylerin tutarsızlıkla, ahlâksızlıkla en ufak bir bağlantısı yok.
Meselâ, Mekkî âyetlerde İsrailoğullarına hiç toz kondurulmadığı iddiası asla doğru değil.
İşte Mekkî olduğunda hiçbir ihtilâf bulunmayan A‘râf Sûresi’nden âyetler:
“Onlar (İsrailoğulları) da, sen bize (peygamber olarak) gelmeden önce de geldikten sonra da bize işkence edildi, dediler. (Musa); «Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helâk eder ve onların yerine sizi yeryüzüne hâkim kılar da nasıl hareket edeceğinize bakar.» dedi.” (el-A‘râf, 129)
Yine 138’inci âyetten itibaren, İsrailoğullarının, Hazret-i Musa’dan tapınacak put istemeleri; 148’inci âyetten itibaren, buzağıya tapınmaları ve gazaba uğramaları beyan buyurulmaktadır. Tamamı Mekkî olan Tâhâ Sûresi’nde de İsrailoğullarının puta tapıcılığı reddedilmiştir.
Bu âyetler Öztürk’ün çizdiği «Mekke’de cici, Medine’de öcü» yahudi iddiasına uymuyor. Madem uymuyor, Öztürk onları görmüyor, görmezden geliyor. Tıpkı Tahâvî’nin sözlerinin devamını görmediği gibi. Çünkü kurgusunu bozan bilgiye ihtiyacı yok. Bu, bilim adamına yakışan bir davranış değildir. İlim adamı, iddiasına aykırı düşen malzemeyi de ortaya koyup değerlendirir;
“Nasıl olsa muhataplarım anlamaz, nasıl olsa burnuma tutan da olsa ben görmezden gelir geçerim…” deyip kulak ardı etmez. Öztürk’e fikir hürriyeti diye destek olanlar, onun bu çarpıtmalarına ve ilim sahasından kaçışına da dikkat etmelidir.
Mekke ile Medine arasında Kur’ân üslûbunda farklar var mı?
Elbette var. Fakat temel prensiplerde değil. Belâgatin ana kaidesi, sözün muktezâ-yı hâle mutâbık / uyumlu olmasıdır. Elbette şartları gözetir; fakat dînin temel esaslarında, ana unsurlarında hiçbir değişim, dönüşüm, başkalaşım yoktur. Mekke’de sadece ahlâk ve inanç vaz eden; Medine’de emirler, yasaklar yağdıran ve cihâdı emreden bir din anlayışı olduğu doğru değil.
Doğrusu şu:
Medine’de müslümanların bir idare merkezi, bir toplumları var. Mekke’de ise bu yok. Cenâb-ı
Hak, Mekke’de de Medine’de de infâkı methediyor. Fakat Medine’de artık yardımları toplayıp organize edecek bir devlet var olduğu için, zekât sistematikleşiyor.
Mekke’de de Medine’de de sebepsiz cana kıymak, zulmetmek, haksızlık yapmak yasak. Fakat Mekke’de buna mâni olacak, haksızlık yapanı cezalandıracak bir otorite olmadığı için, bununla alâkalı düzenlemeler yok.
Fakat çoğu Mekke’de anlatılan kıssalarda, otorite var olduğunda peygamberin bunları tatbik edeceğinin işaretleri var. İşte Hazret-i Musa; kavmini puta tapar vaziyette görünce, kardeşine yaka paça müdahale etmiştir, putu ateşte yakmıştır, Sâmirî’yi tard etmiştir ve fiilen puta tapanların katledilmesine varan uygulamalar gelmiştir.
Mekkî âyetler birçok sahada küfre karşı çok daha serttir. Sadece siyâset-i şer‘iyye îcâbı, zaten azınlık olan müslümanlara kendilerini zor durumda bırakacak şiddet temâyüllü davranışlar serdetme imkânı verilmemiştir. Yoksa, müşriklere en ağır ifadeler Mekkî sûrelerde yer almıştır.
•Dahası Mekkî olan, hattâ bi’setin 4. yılı gibi erken bir zamana tarihlenen Kamer Sûresi’nde ileride meydana gelecek harbin neticesi bile ilân edilmiştir:
“Yoksa onlar; «Biz karşımıza çıkacak herkesi yenen güçlü bir orduyuz» mu diyorlar? O (münkir) topluluk mağlûp olacak ve arkalarına dönüp kaçacaklar!” (el-Kamer, 45)
•Evet Mekke’de savaş mânâsında cihad yoktur, çünkü imkân yoktur. Yoksa şehâdet dahî, Yâsir ve Sümeyyelerle, Mekke’de başlamıştır.
•Dâvud, Süleyman gibi mücâhid peygamberler, Mekke’de anlatılmıştır.
Diğer taraftan;
“Medine’de inen âyetlerde, gayr-i müslimleri baştan aşağıya kılıçtan geçirmek ve ganîmetlerine konmak emrediliyor…” gibi iddialar da iftiradır. Kıtâl, müslümanlara işkence yapanlarladır. İslâm’ın önüne gerilip mâni olmaya kalkanlarladır. Hattâ İslâm’ı beşiğinde boğmaya kalkanlarladır.
Peygamberimiz, Medine’yi tehdit eden, kuşatan müşriklere karşı;
“«Biz sizinle savaşmayacağız. Gelin bizi kılıçtan geçirin!» mi diyecekti?”
Evet, Kur’ân’da, Hâbil’in kardeşine söylediği;
“Sen bana elini kaldırsan da ben sana kaldırmayacağım!” (el-Mâide, 28) mesajı da yer alır. «Kardeş kavgasına girmeyeceğim, fitneye, fesâda âlet olmayacağım!» demektir bu. «Vurana elsiz gerek» sırrıdır bu. Yine Kur’ân’ın öğrettiği; «Kötülüğü iyilikle savmak»tır bu. (Fussilet, 34; el-Mü’minûn, 96) Galip gelen masumun, tevbekâr suçluya karşı intikama değil, merhamete yönelmesi; “Bugün size kınama yok!” demesi ahlâkıdır bu!.. (Yûsuf, 92)
Yoksa küfre karşı, haçlıya karşı, mütecâvize karşı duramamak; acziyettir, ahlâk değildir. Ahlâkı biz Gandi’den değil, Allah Teâlâ’dan öğrendik.
Fakat gayr-i müslime bakıştaki şu ince ölçü medenî bir sûrede inmiştir:
“Olur ki Allah sizinle düşman olduklarınız arasında yakında bir dostluk meydana getirir. Allah gücü yetendir. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adâletli olanları sever.
Allah; yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa işte zâlimler onlardır.” (el-Mümtehine, 7-9)
Medine’de nâzil olan şu mesajların, Mekke’deki; “Onlara mühlet ver, sabret, aldırma, şimdilik yüz çevir!…” mesajlarıyla muvâfakati gayet açık değil midir?
Bir başka mesele:
Rabbimiz’in; büyüklüğünü, azametini, kahrını, gazabını dile getirmesi de, hâşâ bir ahlâksızlık değildir.
Bizim ahlâkımız, âciz insanın ahlâkıdır. Âciz insana elbette tekebbür yaraşmaz. Fakat mütevâzı olması istenen insanın da; kibirlinin karşısında zillete düşmemesi, vakarını ve izzetini muhafaza etmesi emredilir. Rabbimiz, büyüklüğünü, kahharlığını vurgularken; aslında merhamet ve mağfiretinin, şeytan tarafından bir aldatma vesilesi yapılmaması için, kullarını kendisi hakkında îkaz buyuruyor.
Teşbihte hata yoktur. Çok güler yüzlü bir öğretmen; bu yumuşaklığının, imtihanda, notlarında ve ders ciddiyetinde bir gevşeklik mânâsına gelmediğini ifade etmek için;
“Çocuklar; benim güler yüzüm sizi aldatmasın, ben aynı zamanda hak edene, hak ettiği cezayı da verebilecek, ciddî bir hocayım!” dese, ahlâksızlık mı yapmış olur?
Müteâl bir tanrının; Karîb / yakın ol(a)maması, insanlara kendini tanıt(a)maması, hâdiselere karış(a)maması, câhiliyye Arab’ının, deist Yunan filozofunun veya teslisçi hıristiyanın anlayışında rastlanılabilir bir şeydir; fakat İslâm’ın, Kur’ân’ın öğrettiği Allah inancı böyle değildir. Bilâkis; Cenâb-ı Hakk’ın ne deyip demeyeceği, ne yapıp ne yapmayacağı hususunda da bilgimiz sadece O’nun bildirdikleri çerçevesinde oluşturduğumuz bir tasavvur ve akîde içinde meydana gelir.
Bu tartışmaların faydası şunlar olmuştur:
•Kadının mîrastaki payının erkekle eşitlenmesi gibi mevzularda ileri sürülen tarihselciliğin, aslında akîdeye kadar uzanan ne kadar bozuk bir anlayış olduğu ayan beyan ortaya çıkmıştır. Din Allâh’a teslîmiyettir. Hakk’ın apaçık kelâmını dahî eğip bükmenin, yerel ve tarihsel addetme çabasının nerelere vardığı ortadadır.
•Tarihselciliğin akıl hocası, -hiç de gizlemedikleri üzere- yahudi ve hıristiyan oryantalistlerdir. Vahiy anlayışlarının da tanrı telâkkîlerinin de hıristiyanca ve filozofça olduğu ortalığa dökülmüştür.
•Mesele sadece Öztürk meselesi değildir. Fazlurrahmân, Nasr Ebû Zeyd, Hasan Hanefî, Arkoun, Özsoy veya Güler… Tarihselciliğin varacağı nokta budur: Vahyi; şartların, hâdiselerin, Arap kültürünün ve Peygamber zihninin şekillendirdiği geçici bir metin olarak görmek. Vahye hiçbir kudsiyet atfetmemek. Her türlü evirip çevirip suçlamak, tenkit etmek, alaşağı etmek… Yerine üniversal değer dedikleri batı normlarını koymak…
Sözün başına dönelim soralım:
Şimdi bu da mı küfür değil?
Kur’ân’ın muâsırı yahudiler de tekfir edilmekten hoşlanmıyorlardı, îmânı kimseye bırakmıyorlardı. Cenâb-ı Hak onlara şöyle dedirmişti:
“…Eğer mü’min iseniz, size îmânınız ne kötü şeyler emrediyor öyle!..” (el-Bakara, 93)
Şahs-ı muayyene değil, bu anlattığımız bozuk görüşlere sıcak bakabilenlere seslenelim:
Mü’min iseniz, îmânınız neler söylettiriyor size öyle? Neleri kabul ettiriyor? Hiç mi izzeti, ürperişi yok o îmânın? Herkes sizi siyaseten, mü’min saysa da, münker-nekir mü’min sayacak mı? Sırat sayacak mı? Cenâb-ı Hak, sayacak mı?
Bizim; “Küfre düşersiniz!” îkazlarımız, vallâhi sadece bunun içindir. Sahih îmâna davettir.
Birilerinin; “Aman tekfîr olmasın!”ları ise, âdeta dalâlette kalmaya davettir.
Allah Teâlâ cümlemizi, Zâtına ahlâk öğretmeye kalkma küstahlığından muhafaza buyursun!.. Zâtını Rab, Muhammed -aleyhisselâm-’ı nebî ve İslâm’ı din olarak kabul edebilenlerden eylesin…
______________________________
1 Öztürk ve tarihselcilikle alâkalı reddiyeler:
http://www.ufkumuzhaber.com/kuran-lafzi-allaha-ait-degil-mierkan-baysal-73931h.htm
https://www.risalehaber.com/mustafa-ozturk-vakasi-20699yy.htm
Kitaplar:
•Ebubekir SİFİL, Modern İslâm Düşüncesinin Tenkidi Serisi,
•İhsan ŞENOCAK, Kur’ân Müdafaası,
•Hidayet ZERTÜRK, Modern ve Tarihselci Aklın Kur’ân Okumaları (Mustafa ÖZTÜRK Örneği)
2 https://diyanet.gov.tr/tr-TR/Kurumsal/Detay/13239/basin-aciklamasi