BAHÇE SOHBETLERİ

Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr

Mümkün olduğunca her ortamı çok iyi bir şekilde değerlendiren Hazret-i Es‘ad -radıyallâhu anh- ve arkadaşları, sürekli yeni ortamlar oluşturma çabasındaydılar.

Hazret-i Mus‘ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-’ın görevini tam olarak yapabilmesi için; önüne yeni sîmâlar getiriyor, sürekli yeni ortamlar oluşturuyorlardı. Bunu yaparken de hiçbiri tek başına hareket etmiyor; bir cemiyet, teşkilât ve müessese şuuru ile ve istişâre ederek bütün hepsi, ciddî bir beraberlik ile çalışıyorlardı. Aynı zamanda da yeni çalışma grupları oluşturma gayretindeydiler. Bütün bunları Mus‘ab Hoca ile ve oluşturdukları istişâre heyeti ile görüşüp istişâre ettikten sonra, icrâ ediyorlardı. Yani çok ciddî ve çok da disiplinli bir çalışma içine girmişlerdi.

Sadece gelenlere anlatmak için değil, mesajı her yere taşıma gayreti ile sürekli yeni ortamlar oluşturmaya da çalışıyorlardı. Ev ortamı, iş ortamı, özel mekânlar ve bahçe ortamları gibi…

İşte bunlardan biri de Abdüleşheloğulları ile Zaferoğulları kabîleleriydi. Bu kabîlelere çokça gidip gelen Hazret-i Es‘ad -radıyallâhu anh-, aynı zamanda bunlarla akraba idi. Akrabalık bağını çok iyi bir şekilde değerlendirerek, sürekli yeni bağlantılar da kuruyordu.1

Akrabalığı kullanmak kabalığı değil, onu en güzel bir şekilde değerlendirmek inceliği içindeydi!

Bu mahallede çok ciddî çalışmalar yapan Hazret-i Es‘ad -radıyallâhu anh-; oluşturduğu çalışma grubu ile beraber, üç ayrı programın icrâsına ön ayak oldu yine. Bunlardan biri oradaki müslümanlara yönelik faaliyet, biri müslüman olmayanlara yönelik faaliyet, diğeri de müslüman olanlarla olmayanların oluşturduğu karma grup faaliyeti idi.

Hazret-i Es‘ad ve ekibi organizeyi yapıyor, bağlantıların yanında ulaşımı da sağlıyor ve halkı topluyordu. Bütün bunları tek başına yapmıyorlardı tabiî. Kadrosunu kurmuş, ekibini oluşturmuşlardı. Ciddî bir şekilde vazife dağılımı da yapılmıştı. Yani herkesin yapacağı bir şey vardı burada. Ve herkes üzerine düşeni eksiksiz yapıyordu. Sadece davete icâbet ederek, sohbeti dinleyip dağılan bir grup değillerdi onlar. Hazırcı değil, hazırlayanlar olma gayreti içindeydiler.

Bahçe duvarlarının bazıları dışarıdan içerisi görülmeyecek kadar yüksek, bazıları da rahatlıkla bahçenin tamamı görünecek kadar alçaktı.

Bazı durumlarda özel sohbetler yaptıklarından, dışarıdan görülmemesi için yüksek duvarlı bahçeleri tercih ediyorlardı. Bazı durumlarda da dışarıdan görülüp merak uyandırarak içeri girsinler, gelip dinlesinler dercesine, bahçeli fakat açık bir ortam oluşturuluyordu.

Abdüleşheloğullarının bahçelerinden de, duvarı en alçak olan bir bahçe seçilmişti. Bu bahçe aynı zamanda mahalle arası sayılırdı.

Hem herkes görüyor hem de evleri yakın olanlar ve oradan geçenler, konuşulanları rahatlıkla işitebiliyorlardı.

İşte bu çok yönlü faaliyet; ciddî bir şekilde plânlandığından, hedeflenen maksadın çok daha fazlasını verdi!

Hazret-i Mus‘ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-, bahçede toplanan bu karma dinleyicilere ve meraklı insanlara İslâm’ı anlatıyordu. Her şeyden önde tuttuğu Peygamberimiz -aleyhisselâm-, aynı zamanda sohbetlerinin de ana konusuydu.

Abdüleşheloğulları bahçesi, özel olarak seçilmişti. Özel insanlara çok özel bir şekilde ulaşma yöntemiydi. Hazret-i Es‘ad bin Zürâre, burayı özellikle tercih etmişti. İki büyük lidere ulaşmanın yoluydu bu bahçe. Gelmeyenlere gitmenin, mesajı duymayanlara duyurmanın yoluydu bu.

Bahçe ortamında sohbet yapmakta olan Mus‘ab Hoca; ortama uygun mesajlarını ortam örnekleri ile birlikte veriyor, mesajın iyice pekişmesini sağlıyordu. Buraya niçin geldiklerini, bu bahçeyi neden seçtiklerini çok iyi biliyordu. Yüksek sesle bağıra çağıra konuşmayı sevmeyen Mus‘ab Hoca, burada bir hayli sesli konuşuyordu. Sesin birileri tarafından duyulması gerekiyordu çünkü!

Diğer taraftan da bu manzarayı Medine’nin iki büyük lideri görüp seyrediyorlardı…

Abdüleşheloğulları kabîlesinin büyükleri olan Sa‘d bin Muâz ve Üseyd bin Hudayr, henüz müslüman olmamışlardı. Reisi bulundukları kavimleri ile beraber onlar da putperest idiler. Sa‘d bin Muâz, insanların Mus‘ab bin Umeyr’e büyük ilgi gösterdiklerini görünce, yanında oturan Üseyd bin Hudayr’a dönüp öfkeyle konuştu:2

–Olanları görüyor musun ey Üseyd?

–Görüyorum ey Sa‘d!

–Bir şey demiyoruz diye, burnumuzun dibine kadar geldiler! Hemen kalkıp şunların yanına git! Bildiğin gibi Es‘ad bin Zürâre, benim halamın oğludur. Bundan dolayı benim onlara gitmem doğru olmaz. Yoksa kendim gider, gerekeni yapar, seni de hiç rahatsız etmezdim! Aklı ermez zayıf insanlarımızı kandırmak için, buraya kadar gelen bu kişilere git ve onları insanlarımızla uğraşmaktan men et!3

–Doğrusu ben de kızıyorum olanlara!

–Haydi öyle ise, ne duruyorsun daha!

Sa‘d bin Muâz’ın isteği üzerine, Üseyd bin Hudayr mızrağını eline aldı. Büyük bir öfkeyle o bahçeye doğru yürümeye başladı. Bir yandan da öfkeyle söyleniyordu:

–Memleketimize gelip, milleti kandırmanız yetmedi de şimdi mahallemize kadar mı sokuldunuz yani? Şimdi görürsünüz gününüzü siz! Defolup gidin buradan!4

Sohbet mânevî bir hava içinde sürüp giderken, birden uzaktan gelen bu bağırma sesi havayı dağıttı. Biri fena hâlde bağırıp çağırarak, üzerlerine doğru geliyordu…

Hazret-i Es‘ad bin Zürâre -radıyallâhu anh-, öfkeyle gelene bakarak Mus‘ab Hocayı yeniden bilgilendirdi. Sohbet öncesi buraya niçin geldiklerini çok iyi bilen Hazret-i Mus‘ab -radıyallâhu anh-, bu iki büyük lider Sa‘d ve Üseyd hakkında ciddî bir bilgiye sahipti. Buna rağmen, olay yerinde yeni bilgileri de ilâve eden Hazret-i Es‘ad, bir nevî yaşananları güncelledikten sonra, acele ile Mus‘ab Hocaya döndü:

–Ey Mus‘ab! Bu gelen kimdir biliyor musun?

–Sa‘d veya Üseyd olmalı, ey Es‘ad!

–Bu gelen kavminin büyüğü Üseyd bin Hudayr’dır. O, hidâyete ererse işimiz daha da kolaylaşır. İşte bak, büyük bir öfkeyle bize doğru gelmektedir. Çok zeki ve akıllı bir adamdır. Eğer onu dinlemeye iknâ edersen, çok büyük bir iş başarmış olursun. Dinlerse anlayacaktır!5

Üseyd bin Hudayr’ın çok öfkeli bir şekilde geldiğini gören Hazret-i Es‘ad bin Zürâre, Mus‘ab Hocaya onun hakkında biraz daha genişçe tanıtıcı bilgi verdi. Nasıl bir kişilik sahibi olduğunu anlattı. Kabîle reisi olduğunu ve sözlerinin de herkes tarafından ciddiyetle dinlendiğini söyledi. Hatibe muhatabı tanıttı yani! Sonunda da büyük bir ümitle ekledi:

–Ey Mus‘ab! Bu adama dikkat et! Eğer ki Üseyd’i kazanırsan, bütün kabîlesini de kazanmış olursun!

–Gelsin bakalım! Nasibi varsa nasiplenip kurtulur! Biz görevimizi yapacağız. Hidâyet sadece Allah’tandır!6

–Biz de tetikte olacağız! Ayrıca çevre güvenliğini de sağladık, merak etme!

–Ben bir şey demeden müdahale etmeyin sakın!

–Ama sonra geç kalabiliriz!

–Acele de etmemelisiniz!

–Hayâtî tehlike olursa, müdahale ederiz.

–Ben bir şey demeden, siz herhangi bir hareket yapmayın!

İslâm ile şereflenen müslümanlar, sadece inanmakla yetinmiyorlardı, yetinemezlerdi de. Îman, ispat isterdi. Yani îman, ameli beraberinde getirirdi. Bu amellerden biri de Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın gönderdiği emâneti koruma mükellefiyetiydi.

Hazret-i Mus‘ab -radıyallâhu anh-, onlara emânetti. Mus‘ab Hoca vesilesiyle İslâm ile şereflenen müslümanlar, aynı zamanda mükellef oluyorlardı. Yani hem İslâm esaslarına göre yeni bir hayata atılıyorlar, hem de Mus‘ab Hocalarını korumak için canlarını ortaya koyuyorlardı.

Bu alanda özel güvenlik oluşturulduğu gibi, her müslüman, Hazret-i Mus‘ab üzerine titriyordu. Ona bir zarar gelmemesi için, bütün tedbirleri alıyorlardı. «Birileri bu işe baksın!» diye düşünmüyorlar, kendi aralarında böyle bir ekip de oluşturuyorlardı. Bu da öylesine rastgele bir oluşma değildi. Hazret-i Es‘ad -radıyallâhu anh- ve ekibinin istişâresi ile her türlü işlerini yürütüyorlardı. Yani bu kadarcık ayrıntıyı bile ihmal etmiyorlardı.

Diğer taraftan da Hazret-i Mus‘ab -radıyallâhu anh-; büyük bir dikkatle, öfkeyle gelene bakmaya başladı. Adamın öfkeyle gelişini kontrol altına aldı. Muhatabını az çok tanımıştı. Nabza göre şerbet verecekti. Bu arada, hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi, anlatmaya da devam ediyordu.

Peygamberimiz -aleyhisselâm-, bütün güzelliği ile güzel hatibin hem güzel hayatında ve hem de güzel anlatımındaydı…

_______________________________________

1 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 77-78.
2 Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 236.
3 Beyhakî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 2, s. 438-439.
4 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, c. 2, s. 97.
5 İbn-i Seyyidü’n-Nâs, Uyûnü’l-Eser fî Fünûni’l-Megazî ve’s-Siyer, c. 1, s. 159-160.
6 Ebû’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye fi’t-Târih, c. 3, s. 152.