KUR’ÂN; ŞİFÂ ve RAHMET MENBAI

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Günümüzde sosyal medyada şöyle telkinler duyuyoruz:

“Son yıllarda sanal medyada; Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm-’a şu kadar salevat getirilmesi, şu kadar Yâsîn, Tebâreke okunması hattâ hatimler edilmesi şeklinde kampanyalar düzenlenmektedir. İyi niyetle de olsa; bu tür gayretler, bizleri yanlış bir din anlayışına sürüklemektedir.

Allâh’a ve Rasûlü’ne olan sevgimiz, İslâm dâvâsına sahip çıkmamız, bu tür gayretlerle değil, yüce Kitâbımız’ın ahkâmına ve Sevgili Peygamberimiz’in ahlâkına sarılarak gerçekleşir.

Allâh’ın emir ve yasaklarına, Rasûlü’nün sünnetlerine uyarak gerçekleşir.

Dâvâ, dilde kalan duâ ile değil, fiil ve davranışlara dönüşen çabalarla kazanılır.

Sahâbe ve selef âlimlerimiz; fetihleri ve zaferleri oturdukları yerden yüzlerce, binlerce duâ ve salevat ile değil, bizzat mallarını ve canlarını ortaya koyarak kazandılar…”

Sahibinin iyi niyetinden şüphe edilmeyecek bu sözler, elbette bir hakikati dile getiriyor. Fakat tek taraflı olarak.

Yüce dînimiz İslâmiyet’in, üzerinde en çok durduğu hususlardan biri; müntesiplerini, ifrat ve tefritlerden koruyarak, îtidal çizgisinde tutmaktır.

İnsanoğlu ise; aceleci, hırslı ve câhil yapısı sebebiyle, ifrat yahut tefrite kolayca kayabilmekte. Bazen de örnekte olduğu gibi, birikmiş bir tepkinin yansıması neticesi olmakta.

Şöyle ki;

Müslüman memleketlerin batı karşısında mağlûbiyetler almaya başladığı son asırlarda; müslümanlarda içe dönük muhasebeler yapıldı.

“Biz nerede yanlış yapıyoruz?” suâliyle, hayatımızın birçok sahasına tenkitçi bakışlar yöneltildi.

Geleneğe yönelen bu tenkitlerden bir madde de, Kur’ân-ı Kerîm’i okuma gayesinin, artık sadece «duâ ve ibâdet» maksadına daraldığı yönündeydi. Artık Kur’ân, okuyup sevabını geçmişlerimize bağışladığımız bir duâ kitabı gibi addolunmaya başlamıştı. M. Âkif gibi vicdanlara;

İbret olmaz bize her gün okuruz ezber de,
Yoksa, bir maksat aranmaz mı bu âyetlerde?
Lafzı muhkem, yalınız, anlaşılan Kur’ân’ın:
Çünkü kaydında değil hiçbirimiz mânânın.
Ya açar Nazm-ı Celîl’in bakarız yaprağına,
Yâhut üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur’ân şunu hakkıyla bilin:
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için!1

gibi mısraları söyleten bu hâlet-i rûhiye idi.

Kızdıkları şey şuydu:

Müslümanların içtimâî, siyâsî ve iktisâdî problemleri vardı. Elbette çare bulmak için bakılacak ilk mercî Kur’ân olmalıydı. Fakat Kur’ân’ın mânâsına, gayesine ve mesajına bîgâne kalınıyor, Kur’ân sadece hatmetmek için okunuyordu.

Hâlbuki o tepkiler de aşırıydı. Şöyle bir tartalım:

Günümüzde Kur’ân meallerinin sayısı 300’e yaklaştı. Türkçe tefsirler, video yayınlar, televizyon programları, internetin de yardımıyla çok çok geniş alanlara yayıldı. Fakat elinizi vicdanınıza koyun söyleyin:

Bir asır öncesi Âkif’in bahsettiği insanlar mı, Kur’ân’ı daha iyi anlayan ve onun rûhuna uyan bir hayat yaşıyordu, yoksa bu asrın çocukları olan bizler mi?

Dün batı karşısında mağlûp oluşumuz, hatim indirmemizden miydi, yoksa tembelliğimizden miydi?

Eğer hatimden diyebilen varsa, şu soruya da cevap vermeli: Daha evvelki muzaffer dedelerimize, indirdikleri hatimler niye zarar vermedi?!.

Dünkü mağlûbiyetler de bugünküler de; tefrikadan, kardeş kavgasından, hırstan ve kötü ahlâktan kaynaklanıyor. Ne mezhepten, ne hadisten, ne de gelenekten!..

Şimdi en başa dönelim:

Kur’ân okumamız, bize Rabbimiz’in emridir.2

Peki «okumak» ne demektir?

Okumak türlü türlüdür.

Hâdiseyi okumak, kâinâtı okumak gibi mecâzî okumaları bir tarafa bırakırsak, Kur’ân adlı ilâhî kitap ve hitâbı, iki türlü okuyabiliriz:

•Sadece göz gezdirerek okumak.

•İster yüzüne, ister ezberden olsun, telâffuz ederek, dil ve dudak ile okumak.

Aradaki fark fıkhîdir. Göz gezdirerek okunan bir secde âyeti, secdeyi gerekli kılmaz. Yine cünüb bir kişinin, duvarda asılı bir levhadaki âyeti bakarak anlaması yani gözle okuması yasak olmaz.

Bu fark, Kur’ân okumanın bir ibâdet olması için, telâffuz edilmesi gerektiğini ifade ediyor. Dille, dudakla okunursa, bu okuyuş ibâdet olur. Namazdaki kırâat de böyledir. Kıyam hâlinde, dakikalarca Fâtiha Sûresi’ni düşünseniz, kırâat yerine gelmiş olmaz.

Demek ki Kur’ân’ı normal bir kitap okur gibi, göz gezdirerek okursanız, kırâat ibâdeti mânâsında ibâdet olmaz. Tefekküre, ibrete vesile olduğu şekliyle, farklı bir mânâda ibâdet olur. Dolayısıyla, Kur’ân’ı tilâvet etmek ayrı, başlı başına bir ibâdettir.

Hadîs-i şerîfe dikkat ediniz:

“Kim Kur’ân-ı Kerim’den bir harf okursa, onun için bir hasene vardır. Her bir iyiliğin karşılığı da on sevaptır. Ben, elif lâm mîm bir harftir demiyorum; bilâkis elif bir harftir, lâm bir harftir, mîm de bir harftir.” (Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân, 16)

Peygamber Efendimiz; misal olarak, birer harf ismi olmaktan başka, mânâsını ve tefsirini bilemediğimiz müteşâbih bir âyeti seçmiş. Dolayısıyla, tilâvet ibâdetinin, mânâyı anlamaktan ayrı telâkkî edilmesi gerekir.

Evet, hem ibâdet için okumak, hem de anlayıp istifade etmek, iki kat sevaptır.

Yine Kur’ân’da zikreden, tilâvet eden, tesbih eden meleklerden bahsedilmektedir. Melekler, Kur’ân’ı okuyup anlayacak, tatbik edecek değildirler. Onların tilâveti, mahzâ zikir ve ibâdettir.

Evet, selef-i sâlihînden, «filân sayıda Fetih Sûresi tilâveti» gibi uygulamalara dair rivâyetler gelmiyor. Fakat onların hemen her birinin; belirli bir sürede devamlı Kur’ân’ı hatmetme, her gece yahut her gün, muayyen virdler ve duâlar okuma gibi mûtat ibâdetlerinin olduğunu biliyoruz.

Meselâ Abdullah bin Amr -radıyallâhu anh- sürekli olarak üç günde bir hatim indirmeye karar vermişti. Peygamberimiz’in, bu süreyi telkinleriyle haftada bir hatime indirdiğini sahih hadislerden öğreniyoruz. (Buhâri, Savm, 55)

Her hafta bir hatim indirmek Hazret-i Osman gibi birçok sahâbînin de tatbikatıydı. Onlar Kur’ân’da yer alan;

“Onlar gece saatlerinde secdeye kapanarak Allâh’ın âyetlerini okurlar.” (Âl-i İmrân, 113) gibi methedici beyanların muhtevâsına da girmek istiyorlardı. Yani ibâdet ediyorlardı.3

Bu sebeple, özü îtibarıyla;

•Sâlih amel işlemek,

•Bununla tevessül etmek,

•Kur’ân’ın şifâ ve rahmetine talip olmak,

•Duâ etmek gibi dînen meşrû faaliyetlere dayanan hatim ve sûre okutma gayretlerini, yanlış bir dînî anlayış görmek ve bunlar hakkında dışlayıcı ifadeler kullanmak doğru olmasa gerektir.

Yine yazımızın girişindeki telkinden üretilmiş olduğu anlaşılan bir başka cümle:

“Sultan Fatih, İstanbul’u Fetih Sûresi okuyarak değil, Fetih Sûresi’yle amel ederek fethetti.”

Bu sözü tahlil için fetihlerin ilkine, Bedir Harbi’ne gidelim:

Peygamberimiz o gece sabaha kadar duâ etti. Ellerini semâya öyle kaldırıyordu ki; ridâsı omuzlarından düşüyor, Hazret-i Ebûbekir, yeniden omuzlarına koyuyordu. Yukarıda ifade edilen mantığa göre, Peygamberimiz;

“Yarın savaş var, dinç olmak lâzım, yatıp dinleneyim.” mi demeliydi?

Sadece Peygamberimiz değil, Bedr’in Aslanları olan ashâb-ı kirâmın da Allah’tan yardım istediklerini bizzat Kur’ân bildirir:

“O vakit Rabbiniz’den yardım ve zafer istiyordunuz da O size; «Gerçekten ben arka arkaya bin melâike ile imdâd ediyorum.» diye duânızı kabul buyurmuştu.” (el-Enfâl, 10)

Elbette Peygamberimiz, bir harbin zâhirî ve içtimâî hazırlıkları için de elinden geleni yaptı. Yol boyunca ashâbına konuşmalar yaptı, onlardan bey‘atler aldı. İstihbaratta bulundu, öncü birlikler ve elçiler gönderdi. Kuyuları ele geçirdi. Harp öncesinde safları düzenledi. Bütün ashâbı gibi canla başla cihâd etti. Fakat o gece sabaha kadar da duâ etti.

Zafer; duâ ile mi geldi, bu gayretlerle mi?

Bu suâle; «Her ikisiyle de» diye cevap vermek çok daha güzel, İslâm’ın îtidal üslûbuna daha muvâfık. Neticede zafer Allah’tandır (el-Enfâl, 17), Allah Teâlâ kavlî duâlarımıza da fiilî duâlarımıza da kıymet vermektedir.

Mü’minlerin karşılaştıkları büyük musîbetler karşısında Kur’ân hatimlerine, salevatlara ve duâlara sarılmalarında tenkit edilecek bir şey var mıdır?

Bu suâlin cevabında; «Kişi elinden geleni yapmış mıdır?» noktası ehemmiyetlidir.

Meselâ; Arakan’da veya Filistin’te müslümanlara zulmedildiğini öğrenen Türkiye’deki sıradan bir esnaf yahut bir ev hanımı müslüman neler yapabilir? Hani Fetih Sûresi’ni okumak yerine onunla amel etmek denilmiş ya bunu gerçekleştirmek isterse neler yapabilir?

•Düzenlenen kampanyalarda mazlum kardeşlerine imkânları ölçüsünde maddî yardım gönderebilir.

•İslâm düşmanlarının ürünlerini ve hayat tarzlarını boykot edebilir.

•Elindeki imkânlarla internet vs. mecrâlarda müslümanlara yardım çağrıları yapabilir.

•Yine imkânı varsa, bu zulme karşı yapılan miting vb. protestolara katılabilir.

•Rey imkânı olduğunda yani seçimlerde, dünyadaki mazlum kardeşlerinin dertleriyle dertlenen kişilere mührü teslim eder.

Görüleceği üzere yine de yapabilecekleri mahduttur. Bütün bunları yaptıktan sonra da bir müslüman; kardeşinin derdiyle dertlenmeye devam eder, onlar için duâ eder. Bu duâyı, zaferi temsil eden Fetih Sûresi tilâvetiyle taçlandırabilir. Zor meseleleri kolaylaştırdığına dair tecrübeleri müdakkik âlimlerin dile getirdiği Yâsîn Sûresi tilâvetiyle4 desteklemek ister. Hatimler, salevatlar da gönderir. Çünkü elinden gelen budur.

Elinden gelen zâhirî / maddî yardımları esirgediği hâlde, Fetih Sûresi okuyup üflemekle bir şey yaptığını düşünen bir kişiyi tenkit edebiliriz. Fakat yaptığı şeyden dolayı değil, yapmadığı şeyden dolayı… Çünkü o bile, bir şey yapmıştır.

Aynı husus, söz ve davranış birliği gerektiren her hususta geçerlidir. Meselâ sadece dil ile «elhamdülillâh» demek yetmez; elin, dilin, gözün de şükrünü edâ etmek gerekir. Fakat lisânen hamdetmek de iptal edilemez. Reddedilemez. Bu da hadislerle sâbittir.5

Îtidal anlayışı, bir meseleyi birçok yönden ele almayı gerektirir. Günümüzde birçoğumuz için vakit kātili olan televizyon, internet, oyun vs. meşgul edici onca lehviyâtı bir tarafa bırakıp da mü’min kardeşleri için Yâsîn, Fetih okumakla, tefrîciyye duâsı ile meşgul olmuş bir kişiyi;

“Boş işler bunlar! Ne faydası var?” diye ayıplamak doğru olur mu?

Bunları tenkit etmek yerine;

“Sadece duâ ile yetinmeyelim, şu kampanyalara katılıp yardım da edelim.”,

“Uzaklardaki mazlumlara yardım edemiyorsak da muhâcirlere yardım elimizi uzatalım.”,

“Fiilî protestolara da katılalım…” vs. diyerek gayretlerini genişletmeye davet edelim.

Aynı telkinlerde tarihimize referanslar var:

Evet, tarihimizde sadece sûre okuyarak kazanılmış fetihler yoktur. Fakat fetihlerin mânevî yönü de hiç ihmal edilmemiştir. Padişahların Kılıç Kuşanma merasimlerinin Eyüp Sultan Hazretleri’nin mânevî huzûrunda yapılması, mukaddes emânetlere, Peygamberimiz’in hırka-i saâdetleri ve sancak-ı şerîfe gösterilen hürmet bunlara birkaç misaldir.

Hele örnek verilen Fetih Sûresi; bu iddiaya destek değil, o iddianın çürütülmesi için delil olur. İşte İslâm Ansiklopedisi’nden birkaç satır:

“…Fetih Sûresi’nin İslâm kültür tarihinde önemli bir yeri vardır. Gazâya giden müslüman askerlerin; buradaki zafer va‘dinin kendileri için de gerçekleşmesini umarak, sefer sırasında ve savaş boyunca sûreyi çokça okudukları bilinmektedir. Diğer taraftan kılıç, kalkan, balta gibi savaş âletleri üzerinde ilk âyetinin, bazı hükümdar ve kumandanların giydiği zırhlar üzerinde de bütün sûrenin yazılı olduğu görülmekte; Çanakkale ve İstiklâl Savaşı yıllarında evlerde ve camilerde sürekli olarak Fetih Sûresi okunduğu nakledilmektedir.”6

Yaşadığımız en yakın zaferde, 15 Temmuz’da minarelerden yükselen salâların rolünü kim inkâr edebilir?

Zeytin Dalı vb. harekâtlarda da bizzat Diyanet İşleri Başkanlığı; camilerde, kurslarda hatimler, Fetihler okutmuştur. Bunlar, halkın kuvve-i mâneviyyesini takviye mânâsına hizmet etmekle dahî, çok faydalı bir vazife icrâ etmiş olmaz mı?

Meselenin, fert ve toplum psikolojisiyle de büyük bağlantıları vardır. Din psikolojisi sahasında, telkinin gücü vurgulanır. Dikkat edilirse, Havassu’l-Kur’ân ilminde, bir mevzu hakkında, onunla alâkalı âyetler okunur. Şifâ için, içinde şifâ geçen âyetler, fetih ve zafer için Kur’ân’da bununla alâkalı sûreler, sihir için Muavvizeteyn (Felâk-Nâs) ve nazar için, Kalem Sûresi gibi. Dahası Peygamberimiz Fâtiha Sûresi’nin rukye için yani şifâ için okunmasını bizzat tensip buyurmuştur. (Müslim, Selâm, 66, 65; Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 9)

Kur’ân’ın bu maksatlarla da okunması, onun mânâsı, ahkâmı, hidâyet rehberliği gibi hakikatleri tahsil için okunması ve takip edilmesine hiç mâni olmaz, belki tam tersine destek olur.

Düşünelim:

Bilhassa bizler gibi ana dili Arapça olmayan milletlerin fertleri, evlâtlarını Kur’ân tahsiline yollarlar.

Bu mübârek yol; «elif, bâ» ile başlar, tecvidle, tâlimle devam eder.

Kimisi ancak namaz kırâatine yetecek kadar sûre ve duâlar öğrenebilir, kimisi iyice yüzüne okumayı söker, kimisi hâfız olur, kimisi üzerine Arapça ve İslâmî ilimleri de ekleyerek Kur’ân’ı okuduğunda anlayacak, öğüt alacak ve onu tebliğ edebilecek seviyede öğrenir. Kimileri ise bir İslâm âlimi olacak seviyede ihtisasına devam eder.

Bu sıralama, temel ihtiyaçlardan hususî gayelere doğru daralmaya da uygundur. Çünkü her müslümanın, namazda kırâat edecek kadar olsun, Kur’ân tahsiline ihtiyacı vardır. Fakat her müslümanın, Kur’ân’ı doğrudan anlayacak derecede Arapça ve İslâmî ilimleri tahsil etmesi mümkün değildir.

Dolayısıyla bütün bir millet;

“Kur’ân ancak anlamak için okunurmuş.” denilerek, Kur’ân’ın asıl metnini okumaktan uzak tutulamaz. Eğer Kur’ân okumaktan tek gaye, onun mânâsı ise, Arap olmayan milletler onun lâfzıyla niye meşgul olsunlar ki?

İşte dikkat edilmezse böyle iddialar; «Türkçe ezan, Türkçe Kur’ân» gibi menfî projelerin rûhuna da farkına varmadan hizmet etmiş olur.

Geçtiğimiz ay yine tartışması yaşanan Türkçe ezan meselesinin geçmişi, Meşrûtiyet’e kadar uzanır. O menfî propagandalarla dinden uzaklaşan ve uzaklaştırılan bu millet, ne ile tekrar kendine gelmeye başladı? Her türlü yasağa rağmen elif-bâ okutan, Kur’ân öğreten hocalarla, sonrasında Kur’ân kurslarıyla, İmam-hatiplerle…

Bu bahiste, seleften bazı kıymetli zâtların sözleri de delil olarak nakledilir. Meselâ Hazret-i Ali’nin;

“Tedebbür etmeden, düşünüp anlamadan gerçekleştirilen tilâvette hayır yoktur.” dediği rivâyet edilir.

Bu gibi telkinler de îtidal çizgisinin diğer tarafında ifrâta düşenleri îkaz içindir. Sırf ibâdet yerine gelsin diye, paldır küldür, hızlı şekilde okumak elbette faydasızdır.

Bu sebeple, ibâdet azmiyle çok çabuk hatim indirmek isteyenlere, Peygamber Efendimiz, 3 günlük hudut koydu. Şöyle buyurdu:

“Üç günden daha az bir zamanda Kur’an’ı hatmeden kişi ne okuduğunu anlamamıştır.” (İbn-i Mâce, İkāme, 178)

Rabbimiz de «tertîl»i ağır ağır okumayı emretmiştir.

Bu ikazların, ana dili Arapça olan müslümanlara yapıldığını hatırlayalım.

Bizim de Türkçe bir kitabı okurken dikkatimiz dağılabilir, sayfalarca ilerlediğimiz hâlde pek bir şey anlamadığımız olur. Bu sebeple tesirli okuma seminerleri düzenlenir. Yani, bu telkinler;

“Anlamıyorsan okuma, tercümesini oku!” değil;

“Anlamaya çalışarak, ağır ağır oku! Vecd ve istiğrâk ile, feyiz ve rûhâniyet celbedecek şekilde oku!.. Kur’ân’ın aslını okuduğun gibi, tefsirini de oku!.. Tekerleme gibi okuma, Allâh’ın kelâmına yaraşır hürmet ve ihtiram ile oku!..” mânâsındadır.

Bunca asırdır, rahle başından kalkmayan ecdâdımız hiçbir şey anlamadan mı okudular Hak kelâmını?

Bu suâle cevâben son olarak şunu da hatırlamalı:

Ecdâdımız, İslâm’a girdiğinde dilini bırakıp Arapça konuşmaya başlamadı. Fakat Kur’ân’daki temel unsurlar olan hemen hemen bütün mefhumları ve kelimeleri diline nakşetti. Bugün uydurukça yüzünden, kaybetmekte olduğumuz bu hususiyet sayesinde, halkımız Kur’ân’ı aslından okurken çok şey anlar. Hamdi, şükrü, rahmeti, hidâyeti, selâmı, cenneti, cehennemi, îmânı, küfrü, nifâkı, istiğfârı, mağfireti, duâyı… idrâk eder. Muhammed Hamîdullâh’ın bu mânâyı kastederek söylediği;

“Fatiha Sûresi, Türkçedir.” sözü meşhurdur.

Sonra İslâm medeniyeti, Kur’ân dağarcığıyla yoğrulmuştur. Kur’ân’ın üçte biri olan kıssaları da halkımız gayet iyi bilir. İlmihâlini de bilir, vaaz ve nasihatlerden Kur’ân’ın ahlâkî öğütlerinin de çoğuna halkımız âşinâdır.

Zaten Kur’ân okumaktan gaye, sadece anlamak da değil, onun ahkâmını tatbik etmek ise, bu gayretin en çok, onun aslî metnini okuma iştiyâkı duyanlarda görüldüğü de unutulmamalıdır.

Bırakın halkımız Kur’ân okusun!.. Hatimler indirsin. Salevatlar getirsin. Bunlar meşguliyetlerin en güzelleridir.

Şu hadîs-i şerif ne güzel bir müjdedir:

“Kur’ân’ı gereği gibi güzel okuyan kimse, vahiy getiren şerefli ve itaatkâr meleklerle beraberdir. Kur’ân’ı kekeleyerek zorlukla okuyan kimseye de iki kat sevap vardır.” (Buhârî, Tevhîd, 52)

____________________________

1Mehmed Akif’in bu mısralardan hemen sonraki beyti şöyle:
Bu havâlîdekiler pek yaya kalmış dince;
Öyle Kur’ân okuyorlar ki: Sanırsın Çince!
Yani, şairin müslümanlarda yakındığı husus, Kur’ân’ın lâfzına da mânâsına da gerekli ehemmiyeti vermemeleridir. Bu beyti aktaranlar, keşke hemen devamındaki bu beyti de okuyup, kendi okuyuşlarını muhasebe etseler!..

2 el-Alak, 1-5; en-Neml, 92; el-Müzzemmil, 20 vb.

3 Hatim indirmek hakkında hadisler için: Abdurrahman ÇETİN, «Hatim», TDVİA, XVI, 469-470.

4 İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, «Yâsîn».

5 “Her kim günde yüz kere; «سُبْحَانَ اللّٰهِ وَبِحَمْدِهِ: Allâh’ı hamd ile tesbih ederim.» derse o kimsenin hataları deniz köpüğü kadar da olsa dökülür, yani mağfiret olunur.” (Buhârî, Deavât, 65)

6 Emin IŞIK, «Feth Sûresi», TDVİA, XXII, 457.