HELÂLİNDEN ÇALIŞIP KAZANANI ALLAH SEVER!

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Helâlinden kazanç;

Hem dünyevî hem de uhrevî bir mâhiyete sahiptir.

Hayat boyu;

Kazanmak için uğraşmak ve mücadele etmek, ancak bu mâhiyette olduğu nisbetle muhteremdir. Tersi bir durum, yani nice zenginliklere erişildiği hâlde Kārun gibi zebun bir vaziyet ise, aslında iki dünyada da kayıptan başka bir şey değildir.

Bu bakımdan;

İnsan ne kadar kazandığına değil kazancının nasıl olduğuna ve neye yaradığına bakmalı her şeyden önce. Tabiî nefsinin gözüyle değil, ebediyet terazisiyle.

Malûm;

O teraziye göre bakıldığında kazançlar iki türlü:

–Hayra götüren,

–Şerre götüren…

Malûm;

Kazancın nasıl olduğu insanın hayatına doğrudan tesir eder. Helâl gıda, mânevî bir zindelik ve ibâdet aşkına vesile olur gönüllerde. Fakat yanlış gıdalar ise, kasvet ve gaflet içinde insanı huzursuz, duyarsız ve perişan eder.

Gıda ile insanın ilk irtibatı, anne karnında başlar. Dünyaya geldikten sonra emdiği süt ile devam eder. Bu sadece maddî bir beslenme değil, aynı zamanda anne karakterinin de evlâdına gıda yoluyla sirâyetidir. Bu şekilde yavrulara anneden nice karakterler geçer, ya da o karakterler etrafında temayüller oluşur. Hamileliğinde Kur’ân dinleten ve sonrasında da bu eksende hareket eden anneden bu güzel ahlâk, çocuğuna da yansır. Kötü şeyler dinletenden de menfî akisler olur.

Bu bakımdan insan hayatında her hâlükârda elzem olan dört temel meseleden;

Birinci husus:

•İlk gıda ve devamı…

İkinci husus:

•Anne babanın İslâm ahlâkı üzere yetiştirmesi. İslâmî bir aile terbiyesi.

Bunda en mühim şart, anne ve babanın, önce kendilerinin sâlih ve sâliha olmaları. Çünkü eşler göz nûru olursa, evlâtlar da göz nûru olurlar. Cenâb-ı Hak, ailede işte bu kıvamın hedeflenmesini murad etmekte ve bunu da, bir duâ olarak bizlere Kur’ân-ı Kerim’de tâlim buyurmaktadır:

“…Ey Rabbimiz!

Bize, eşlerimizi ve nesillerimizi, göz nûru olarak ihsan eyle!..” (el-Furkãn, 74)

Üçüncü husus:

•Mektep ve okul ortamında ilmen, fikren ve kalben güzel bir öğretim ve eğitim. Öncelikle bunun muhasebesini ve değerlendirmesini çok kuvvetli yapmak gerek. Yoksa alabildiğine cilâlı ve çekici ambalajlara sarılıp da son derece sakıncalı ve ârızalı endişeler, âdeta gönüllerde yılan gibi çöreklenebiliyor. Sonra da insanlar, sadece daha çok kazanmanın, sadece daha çok rahat etmenin, sadece dünyevî maksatları gerçekleştirmenin zehirli rüzgârlarında bir oraya bir şuraya sürüklenip duruyor. Nice yıllar ziyan oluyor. Akıl başa gelince de ba’de harâbi’l-Basra…

Dolayısıyla vaktinde sormalı kendimize:

–Yavrumuzu nerede okuyoruz? Kur’ân kurslarına ne kadar ehemmiyet veriyoruz? İmam-hatip liselerinde köklü bir eğitim aldırabiliyor muyuz? Onlar için yığın yığın projelerimizin başında ne var? Ebedî kazanç mı, fânî bir hamallık mı?

Dördüncü husus:

•Sâlihlerle ve sâdıklarla beraber olabilmek.

Bu da bizim dünya ve âhiret selâmetimiz… Herkes, ister istemez beraber olduğu kimselerin karakteriyle yoğrulur ve ona göre şekillenir. Nasıl ki bir ilâç, onun yapısını oluşturan unsurların bu doğru beraberliği neticesinde ortaya çıkıyorsa, insanda da bu böyledir. Kezâ bir zehir de, nasıl ki yanlış beraberliklerden meydana gelmiştir, bozuk karakterlerin vaziyeti de böyledir. Bu yüzden Hazret-i Allah; mü’minlere, kendinden korkmaları tâlimâtıyla birlikte, kimlerle beraber olunması gerektiğini de açıkça emretmektedir:

“Ey îmân edenler!

Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119)

Sâdıklar…

Her nefes îman ve takvâ üzere yaşayanlar… Her hâlükârda sabır, sebat ve sadâkat üzere kul olanlar… Her meselede İslâm’ın yüce ahlâkı üzere Muhammedî bir şahsiyet sergileyenler…

Sâdıklar…

Allah yolunda bütün müstesnâ özellikleri itibarıyla, en hafifinden en ağırına kadar her türlü ilâhî testlerden daima başarıyla geçme gayretinde olan ve doğrulukları da bizzat Allah tarafından tescillenen sâlih kullar.

Ömürlerini zâhir ve bâtın sadece helâle kurban edip de göklerden kendilerine âdeta;

«–Helâl olsun size!» denilenler…

Bütün gayeleri, bu eksende gayretlerle koşturmak olanlar…

İşte;

Her mü’mine, onlarla beraberlik, bu sebeple emr-i ilâhî. Onlarla beraberlik, îmanlara doğruluk mayası olacak çünkü. Kezâ, onlarla beraberlik takvâlara doğruluk ve aşk mayası olacak. Kezâ onlarla beraberlik, göklerde tescillenecek bir sadâkat kazandıracak gönüllere. Kezâ onlarla beraberlik, meşru şekilde hayatın kademelerinden geçirip sâlih bir insan hâline getirecek. Kezâ onlarla beraberlik, iki dünyada kazandıran bir gayret sahibi edecek yürekleri. Çok kısa bir müddet yaşanılan şu âhiret tarlasında sonsuzluk harmanları savrulacak, şu ilâhî düstûr ile:

“İnsan için kendi gayretinden / çalışmasından başka (elde edebileceği) bir şey yoktur.” (en-Necm, 39)

Gayret…

Dünyaya saplı değil, âhirete hesaplı bir çalışma…

Gayretini dünyaya saplı olarak belirleyenler, çoğu kere boşa çıkan beklentilere toslarlar ve gece-gündüz koşturmayı hor görürler. Çok çalışmaktan muaf olacakları bir yaşayışın peşinde harap olurlar. Beklentileri dünyaya saplı olanlar, hayal kırıklığına saplanırlar. Nice vazifelerin ve mes’ûliyetlerin kendilerine zarar verdiğini zannederek hep kaçmayı ve vazgeçmeyi mantıklı görürler. Kenarından tutmak yeter zannederler. Meselenin özünü ancak âhirete hesaplı olarak yaşayanlar idrâk eder.

Zaten;

Yaşayışta dünyaya saplı olanlarla âhirete hesaplı olanlar arasındaki farktır, asıl idrâk.

Bu idrâkin yegâne misali;

Hazret-i Peygamber j’dir hiç şüphesiz. O j ki, bu idrâk ile tariflere sığmaz bir gayret içinde yaşadı. Gündüzleri geç vakitlere kadar tebliğler, irşadlar, mücadeleler ve Kur’ânî eğitimlerle her ânını doldururken, seher vakitlerini de tâ sabaha dek ayakları şişinceye kadar ibâdet, tilâvet, tefekkür ve kulluk tezâhürleriyle dolu dolu ihyâ etti.

O j Efendimiz, ele aldığı hiçbir işi uzaktan kumandalı olarak idare etmedi. Ashâbını uzaktan kumanda edercesine dıştan tâlimatlarla yönetmedi. Bizâtihî her şeyin içinde ve her gayretin en önünde oldu. Daima her vazifenin mihrâbında, yani bütün safların en başında O oldu. Sefere giderken de en öndeydi O j. Canını hiçe sayarak düşman saflarına hamle edenlerin de en önünde O j vardı. O j, her zaman en önde hem cesaret âbidesi olur, hem de emsalsiz bir örnek şahsiyet sergilerdi. En arkada olduğu yer, sadece savaş dönüşlerinde idi. Çünkü dönüşteki vazife, arkada kalan yaralıları, zayıfları ve çaresizleri gözetmekti. Zor durumdakileri fark etmek ve onlara derman olmak böyle mümkündü. O da böyle yapardı.

Çünkü;

O’nun bütün derdi, ümmetiydi.

Ümmetiyle birlikte Allâh’ın rızâsını kazanmak ve ebedî cennete nâil olmaktı. Bunun gerçekleşmesi için ise, kısacık ömrü, ebediyete yetecek mâhiyette çokça hazırlık ve gayretlerle doldurmak gerekliydi.

Onun için;

Bir nefes bile boşa harcayacak zamanı yoktu.

Keyfine ayıracak hiçbir molası yoktu.

Hele tatili, asla yoktu.

Zorluklar karşısında ne kadar harap olsa da;

«–Hâdiseler beni çok fazla yıprattı; artık, biraz da dinlenmeye zaman ayırmak lâzım. Güzel bir ağacın altında iyi bir uyku çekmeli!» demezdi.

Çünkü O’nu;

En ağır yorgunluklarda bile ancak yine gayret, yine gayret, yine gayret dinlendiriyordu.

O’nu, ashâba Kur’ân’ı talim etmek, canlı bir Kur’ân olarak yaşamak ve yaşatmak dinlendiriyordu.

O’nu Allah için infak dinlendiriyordu.

O’nu bir yetimin, garibin ve muhtacın derdine derman olmak, dinlendiriyordu.

O’nun çünkü, bu hayatın nasıl yaşanacağı ve rızâ-i ilâhîye nasıl erişileceği hususunda yegâne ölçüsü şu âyet-i kerîme idi:

“Boş kaldın mı, hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel!” (el-İnşirâh, 7-8)

Yani;

Cenâb-ı Hak, bu âhiret tarlasında hiçbir boşluk istemiyor. Nitekim Hazret-i Peygamber j, sabah namazının hemen akabinde sormaya başlardı:

“(Ey ashâbım!)

•Bugün bir yetim başı okşadınız mı?

•Bugün bir aç doyurdunuz mu?

•Bugün bir hasta ziyaretinde bulundunuz mu?

•Bugün bir cenâze teşyiinde bulundunuz mu?” (Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12)

İşte;

Ashâb-ı kiram böyle bir şuur, hassasiyet ve gayret ikliminde yetişti. İnsanlığın kıyâmete kadar muhtaç olduğu fazîletler medeniyeti böyle kuruldu. Efendimiz j’in döne döne sorduğu ve en güzel cevapların verilmesini beklediği bu sualler gösteriyor ki, gerçek bir mü’min;

Dünyanın gidişâtından mes’uldür.

Mahrum, muzdarip ve muhtaç müslümanların ahvâlinden mes’uldür.

Hele hidâyet bekleyen zavallı gönüllerden bilhassa mes’uldür.

Bu mes’ûliyet sâikıyla;

Asr-ı saâdette mü’min fertlerin kendi rûhî âlemleri İslâm ile kemâle erdikten sonra dünyanın dört bir tarafına hidâyet seferleri başladı. Ashâbın bir kısmı Çin’e gitti, bir kısmı Semerkant’a gitti, bir kısmı Kayravan’a gitti, bir kısmı Afrika’ya gitti, bir kısmı Anadolu’ya geldi, İstanbul’a geldi. Onların ardından şahlanan hidâyet kervanları, İspanya’yı Endülüs’e dönüştürdü. O hidâyet erlerinin bütün arzusu, şu âyetteki ilâhî beyana lâyık ve yüce tâlimâta sâdık olabilmekti:

“Siz;

–İnsanlığın (iyiliği) için çıkarılmış,

–En hayırlı bir ümmetsiniz:

•İyiliği emreder,

•Kötülükten sakındırırsınız.” (Âl-i İmrân, 110)

Hazret-i Peygamber j;

Bu hususta mükemmel bir metot uygulardı. Ashâba on âyet ezberletir, hemen onları tatbik ettirirdi. Meselâ infak âyetleri nâzil olmuştu. Efendimiz’in hemen tatbik etmesi ve ettirmesi üzerine sahâbe-i kiramda büyük bir infak seferberliği başladı. İmkânı olmayanlar dağlardan odun toplayıp da bu yarışa iştirak ettiler. Bütün gayret;

Gelen ilâhî tâlimâtı, hemen fiilde hayata geçirmek, yaşamak ve yaşatmaktı.

Çünkü infak olmasa;

Kazanmak insanın ömrünü almış, mal bir başkasına, hesabı ise kendisine kalmış oluyor.

Ebû Zer -radıyallâhu anh- pek mânidar ifade buyurmuş:

“Bir malda üç ortak vardır.

Birincisi mal sahibi, yani sen;

İkincisi kaderdir. O; hayır mı, yoksa felâket ve ölüm gibi şer mi getireceğini sana sormaz.

Üçüncüsü mîrasçıdır. O da, bir an önce başını toprağa koymanı bekler, ölünce malını alır götürür, sen de hesâbını verirsin. Eğer gücün yeterse sen bu üç ortağın en âcizi olma!..” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 163)

Cenâb-ı Hak, infak ve cömertliği ihmal ederek kendilerine hesaptan başka bir şey kalmayanlar hakkında buyurmakta ki:

“Çalışmış, (boşa) yorulmuşlardır!” (el-Ğâşiye, 3)

Boşa yorulmuş olmamak için;

Çalışma ve gayretlerimizin mîzânımızda bir değer ifade etmesi gerek. Bu da, helâlinden kazanmaya ve bolca infak etmeye bağlıdır. Helâl kazanç ve infakta aşk ile ısrar ve titizlik, insanı yücelten bir incelik, olgunluk ve kemâlin zirvesidir. Erenlerin büyükleri, bu hassasiyetle mümtaz olmuşlardır.

Mâruftur:

Mârifetullah bahçesinde güzîde bir mânâ çınarı olan Hazret-i Şâh-ı Nakşibend, rızkını kendi yaptığı ziraatle temin ederdi. Âlet-edevattan mahsule kadar her şeyde helâl cihetinden ihtiyâtı, takvâ ve azîmet ileydi. Devrindeki ulemâ, sulehâ ve ârifan, onun tertemiz rızkı ile zâhir ve bâtın şifâyâb olmak için sohbetlerine can atardı.

Hazret-i Pîr, bir gün bir başka semte ziyarette bulunmuştu. Dervişandan biri, üstâda sofra açtı. Gelen yemeğe nazar eden Nakşibend Hazretleri durakladı ve şöyle buyurdu:

«–Bunu yemeye bize izin yoktur. Öfke ateşinde pişirilmiş çünkü. Maalesef, unu eleyen, hamuru yoğuran ve bunu pişiren kimsenin öfkesi, yemeğe sirâyet etmiş!»

Büyüklerin inceliği böyle!

Peki; Ya bugün vitrinlerde, alan-alamayan bir sürü bakışların ve gözlerin zamk gibi üzerine yapıştığı gıdalar ve onları fütursuzca yemenin mânevî durumu ne olacak?

Peki;

Ya haram gıdaların berbat vaziyeti ne olacak?

Ne şüphe:

Haram, insanın nice güzelliklerini de nice güzel ibâdetlerini de Allah katında redde mahkûm eder.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Kim bu Beyt’i, haram kazançtan elde ettiği parayla ziyaret ederse Allâh’a itâatten çıkmış olur. Böyle bir insan hacca niyet eder, ihrâma bürünerek bineğinin üzengisine ayağını basıp devesini hareket ettirdikten sonra;

«Lebbeyk Allâhümme lebbeyk» derse, semâdan bir münâdî şöyle seslenir:

«Sana ne lebbeyk ne de sa‘deyk! (Sen huzurdan retsin) Çünkü senin kazancın haram, azığın haram, bineğin haramdır. Hiçbir sevap almadan günahkâr olarak dön! Hoşlanmayacağın şeyle karşılaşacağından dolayı da kahrol!»

Fakat;

Kişi helâl parayla hac yolculuğuna çıkar, bineğinin üzengisine ayağını basıp onunla hayvanını hareket ettirir ve;

«Lebbeyk Allâhümme lebbeyk» derse, semâdan bir münâdî şöyle seslenir:

«Lebbeyk ve sa‘deyk! Sana icâbet ettim. Çünkü senin bineğin helâl, elbisen helâl, azığın helâldir. Haydi çok büyük sevaplar elde etmiş ve hiç günaha girmemiş olarak dön! Seni memnun ve mesrûr edecek şeyle karşılaşacağın için sevin!»” (Heysemî, III, 209-210)

Haram kazançla hac olmayacağı gibi zekât da olmaz, başka ibâdetler de.

Yani haram;

Sadece redde uğratır ve insanı helâk eder.

İnsanı yeşerten, ihyâ eden, dirilten ve Hak katında kabûle karîn eyleyen, ancak helâldir.

Ne haramın felâketi saymakla biter, ne de helâlin bereketi.

Çok mânidardır:

Müslüman Arap tüccarlardan biri, Endonezya’ya ilk gitmişti. Kumaş ticaretiyle uğraşıyordu. Oraya yerleşti ve ticaretini de orada yaptı. Kaliteli kumaşlar getirmesine rağmen satış fiyatı yüksek değildi. Kanaati tercih ediyordu. Bakış açısı;

«–Kazancım az bile olsa, helâliyeti tertemiz ve bereketi çok olsun, yeter.» şeklindeydi.

Gabn-i fâhiş denilen fırsatını bulup malı aşırı fiyatla satmak gibi bir gaflete karşı daima tedbirliydi. Asla iki günde on ömürlük kazanmak tarzında bir hırsı ve hayali yoktu.

Kalbi, her gün mahşerdeki dehşetli hesabın ciddî muhasebesi içinde titriyordu. Günün birinde işine biraz geç gelmişti. Bir de ne görsün? Kendi yokluğunda tezgâhtar, yüksek fiyatla satış yapmış. Hemen sordu:

«–Hangi kumaştan sattın?»

«–Şu kumaştan efendim.»

«–Kaça sattın?»

«–On akçeye.»

«–Nasıl olur? O kumaş beş akçe. Eyvah, müşterinin hakkını geçti. Onu tekrar görsen tanıyabilir misin?»

«–Elbette!»

«–Öyleyse hiç durma; hemen onu bul. Hatamızı düzeltip hemen helâlleşmemiz gerek.»

Gereken yapıldı. Fazla rakam müşteriye iade edildi. Adamcağız şaşkındı. Böyle bir davranışa daha önce hiçbir alışverişte denk gelmemişti. Rakam iadesine rağmen bir de;

«–Hakkını helâl et!» denilmesini anlayamadı.

Duyduğu bu cümle hem onun kalbinde hem de bu hâdiseyi işitenlerin bağrında epeyce yankılandı:

«–Hakkını helâl et!»

Derken mesele kulaktan kulağa her tarafa yayıldı, ülkenin hükümdarı da duydu. Güngörmüş hükümdar, merakını gidermek için o müslüman tüccarı çağırdı ve sordu:

«–Niye böyle davrandınız? Bizim çarşılarımızda hiç şahit olmadığımız bir tablo bu. Sizin bu muammâ hâlinizi anlayamadık. Bunun izahı nedir?»

Asıl tebliğini yaşayışıyla yapmış olan mü’min tüccar, işin özünü de güzel bir üslûpla dile getirdi:

«–Hükümdarım, ben müslümanım. İslâm’da mülk Allâh’ındır, biz kullar ise sadece birer emanetçiyiz. Bilesiniz ki bizim dînimizde; haksız menfaat, fâiz, istismar, gabn-i fâhiş (bir malı aşırı kârla satmak) gibi toplum zararına olacak bütün alışverişler haramdır, yasaktır. Tezgâhtarım, benim haberim olmadan işte bu ölçüye uymayan bir satış yapmıştı, ben de onu düzelttim ki kazancıma haram bulaşmasın. Tâ ki mahşerde hesabım kolay olsun!»

Bu ifadelerin tesirinde kalan hükümdar, heyecanlandı ve bu defa İslâm hakkında sualler sormaya başladı:

«–İslâm nasıl bir din? Müslüman olmanın vecîbeleri nedir?»

Müslüman tüccar anlattı. O sordu, tüccar izah etti. Sonunda hükümdar, İslâm’a hayran kaldı. Kelime-i şahâdet getirip müslüman oldu. Onu çok seven halkı da birer birer İslâm ile şereflendiler.

İşte bu bereketin şartı:

“Allah, göğü yükseltti ve mîzânı (dengeyi) koydu. Sakın mîzânı / dengeyi bozmayın!” (er-Rahmân, 7-8)

Hâsılı;

Dünyayı kurtaracak çare, helâl ölçüleri içinde yaşamak… Âhireti kurtaracak olan da bu.

Unutmamalı ki:

Helâl dairesinde yaşanan bir toplumda ne gāileler olur, ne aileler çöker, ne de millet.

Ne mutlu helâlinden çalışıp Allâh’ın sevgisini kazanan gönüllere!

Yâ Rab,

Nasîb et!

Âmîn…