ÇALIŞMAYI SEVDİREN BİR TOPLUM

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Her milletin insan terbiye etmek için kullandığı teşvik ve te’dip vasıtaları vardır. Cemiyet, ferdi eğitirken; öncelikle katı müeyyideleri olmayan, sadece takdir ve tasvip veya tenkit ve tevbih gibi daha hissî ve dolaylı vasıtaları kullanır. Bu vasıtalar halkın büyük çoğunluğuna yeterli de olur. Pek az kişi, kanun eliyle tatbik edilen maddî müeyyidelere ihtiyaç duyar.

Bilhassa bizim medeniyetimizin insan yetiştirme metodunda mânevî ve hissî vasıtalara büyük ehemmiyet verilir. Zaten toplumun kuruluş biçimi ve yapısı da bu incelikli terbiye vasıtalarının tesirli olmasına elverişlidir.

İslâm şehirlerinin ekserîsi, bir cami etrafında kurulan mahallelerden meydana gelir. Selçuklu devrinde inşa edilmiş camilerin birçoğunun isminin ulu cami olması da buna işarettir. Anadolu’ya göçen müslüman halk, belli bir yere yerleşip mahallelerini kurduğu zaman önce merkeze cami; onun etrafına arasta çarşısı, medrese, çeşitli vakıf eserleri ve mahalleler inşâ ederlerdi. Çarşı esnafı, mahalle halkı camide buluşup tanışır, birbirinin hâlini bilirdi.

Köylerde veya mahallelerde yaşayan insanlar uzun zaman birbirlerini tanıdıkları için; birbirlerine sahip oldukları maddî imkânlara, hayat standardına, giyim kuşamına göre değil, huyuna, ahlâkına göre itibar ederdi. İnsanların maddî zenginliğine değil, dürüstçe çalışmasına, helâlinden kazanmasına, görgülü ve cömert olmasına ehemmiyet verilirdi.

Bir kişinin emek vererek, alın teri dökerek kazanması, işini iyi yapıp müşterisini memnun etmesi, hakka riâyet etmesi ona itibar kazandırırdı. Aile yapısının düzgün olması, konu komşusuna iyi muamele etmesi, kendisinden iyilik ümit edilmesine ve hakkında hüsn-i şahâdette bulunulmasına vesile olurdu. Artık o kişi evlâdını evlendirmek istese ona emniyet edilir, insanlar kızlarını böyle görgülü bir aileye gelin olarak verirdi. Aynı şekilde oğullarının mürüvvetini görmek isteyen aileler, helâl süt emmiş gelin ararlardı.

Toplumda mânevî değerlere önem verilince, her insan itibar kazanmak için kendine dikkat ederdi. Kanun eliyle ceza-i müeyyide tatbik edilecek derecede ağır cürümlerin işlenmesi, pek nâdir görülürdü. Sivil toplumun kendi iç müeyyideleri tesirli olduğu için devletin âsâyiş ve emniyeti sağlaması kolay olur; ağır bir yük teşkil etmezdi.

O zamanın toplum yapısında; insan vicdanını rahatsız eden katı tabakalaşmalar, çatışma hâlindeki toplum sınıfları pek yoktu veya ağır ve aşılmaz bir engel teşkil etmiyordu. Meselâ antik çağ şirk toplumlarında görülen, soy sop anlayışına krallık, soyluluk, köylülük, sanatkârlık ve hattâ kölelik gibi katı tabakalaşmanın olduğu milletlerde, insanların emek vererek çalışması, meziyet değil aksine horluktur.

Hattâ Aristo gibi uzun zaman insanlığın fikriyâtına tesir eden bir filozof;

“Köle kas kuvvetidir, efendi akıl kuvvetidir.” der. Toplumu;

“İktisadî açıdan güdülmesi, siyâsî açıdan yönetilmesi gereken sürü.” olarak gören filozofun zihniyeti; asil sınıfı seçkin, imtiyazlı ve hattâ ilâhî bir soydan (!) telâkkî eden anlayışın tesirini yansıtır.

O çağlarda soy sop esaslı sınıflar arasında geçişlilik olmadığı için; köylünün, sanatkârın, kölenin ailesinde doğan bir genç, ne kadar kabiliyetli olsa da yönetim tabakasına geçemez. Asil sınıfta doğan biri de asla elini zahmetli işlere sürmez.

Osmanlı’da ise böyle katı bir tabakalaşma olmadığı için; zekâ ve kabiliyet bakımından ehliyetli kişiler, orduda veya idarede vazife alabilirdi. «Alaylı» denilen, kendi kendini yetiştirmiş bu kişilerin itibarı daha aşağı değildi. Bunun yanında padişahlar da dâhil toplumun her kesiminden kişinin bir el sanatı ile meşguliyeti de vardı. II. Abdülhamid Hân’ın marangozluk merakı gibi pek çok padişahın, hem müsait zamanlarında zihnini dinlendirdiği, hem iç âlemindeki ince hisleri tezâhüre vasıta kıldığı bir sanatı vardı.

El emeği ile çalışmak, insana birçok yönden vasıf kazandırır. Her şeyden önce insanın kibrini kırar. Çünkü her ustanın fevkinde bir usta vardır veya olabilir. İnsan kendini bir sahada denemedikçe başkasının işini kolayca tenkit edebilir; ama kendisi deneyip işin pek de kolay olmadığını görünce ustalığı takdir eder, emek harcayanlara hürmet duyar.

Emeğin kıymetini öğrenen insan, bütün emektarlara karşı hürmetkâr olur. Kendisini yetiştiren anne babanın, dadının, lalanın, hocanın, ustanın, her emektarın kıymetini bilir, hakkını sayar.

Bir cemiyette dürüstçe çalışan emek sahiplerinin kıymeti bilinirse, hürmet edilirse, herkesten itibar görürse; arkadan gelen nesiller de aynı itibarı kazanmak ister. Yok eğer emek verenlerin kıymeti bilinmezse harcanan emeklere pişman olunur ve kimse o nedâmet ve hasâreti hissetmek istemez.

Emek ve hak edişe değer verilen bir cemiyette fert de mutludur. Çünkü bu toplum yapısı çok daha âdildir. Her insan gençliğinde çıraklıkla işe başlamış olsa da, yaşlılık çağında usta olacak, hürmet görecektir. Gelinken hizmet etse de kayınvâlide olunca gelini ona hizmet edecektir. Böylece gençlik enerjisi hayırlı işlere harcanacak, hizmet ederken, emek verirken, ustalaşırken aynı zamanda rûhen de terbiye alacak, nefsânîliği törpülenecek ve sezgileri incelik kazanacaktır.

Bizim gençliğimizde Konya’da yetişme çağındaki kızlara şöyle terbiye verilirdi:

“Hangi hizmet lâzımsa; büyüklerine söyletmeden kendin düşünmeli, hemen gereği gibi yapmalısın.”

Zaten misafir yanında bir hizmete ihtiyaç olunca sözle söylenmez, kaş göz işaretiyle hatırlatılırdı. Hattâ bu kaş göz işareti bile biraz sitemkâr olurdu. Biz de; «Kendimiz düşünemedik, îkaz aldık.» diye mahcup olurduk. Hâliyle bir dahaki sefere gözümüzü açar, dikkat kesilirdik.

Bir hizmet gerektiğinde hafifçe ağırkanlı davranmak bile gönülsüzlük olarak yorumlanır, çok ayıplanırdı. “Ayağını kaldır, kendini sevdir.” denirdi. Yani isteksiz, ayak sürüyerek iş yapan sevgi kaybeder, diyerek böyle ince ruhlu insan yetiştirilirdi.

«Ben ne istiyorum!?.» diye düşünmek hiç akla gelmezdi, çünkü aile gence sürekli; «Benden ne isteniyor,» diye düşünmeyi öğretirdi. Bu şekilde mes’ûliyet hissi kazandırılan insana; Allâh’a karşı kulluk mes’ûliyeti, aile ve cemiyete karşı hizmet mes’ûliyeti taşımak zor gelmezdi. Bu şekilde gençlik çağının hamlığı hizmet ile terbiye edilir; olgunluk çağında da insan bu incelikleri gelecek nesle aktarırdı.

Elbette kızlar annesinin, büyükannesinin elinin altında yetiştirilirken; erkek çocukları da babası, ustası, hocası, kumandanı vs. emektarların elinin altında yetişirdi. Herkes bugün terbiye alan taraf ise yarın terbiye veren taraf olurdu. İnsanın itibarı, bu terbiye zincirini bozmaması, gelecek nesle aktarmasıyla ölçülürdü.

Elbette bu terbiye sisteminin gelişiminde İslâm’ın;

“İnsana kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” (en-Necm, 39) âyeti gözümüze çarpar.

Bu âyet-i kerîme sadece nasihat değildir. Aynı zamanda İslâm hükümlerinin rûhunu da aksettirir. İslâm dîni; helâl kazancın şartını hak edişe bağladığı için, emeğin değerini yükseltmiştir. Aynı zamanda mevkîlerin ancak ehliyetli kişilere teslim edilecek ve hesabı sorulacak bir emânet olduğunu bildirerek bir imtiyaz ve büyüklenme vasıtası olmaktan çıkarmıştır. Emretmekle emri yerine getirmek, hizmet almakla hizmet etmek arasında katı bir sınıflandırma yoktur.

Bugün batıda görünüşte asâlet, soy sop anlayışı kaldırılmış olsa da «mavi yakalı, beyaz yakalı» sınıflandırması devam etmektedir. Irkçılığın, sermaye birikimine bağlı tabakalaşmanın, tahsil ve etiketle kibirlenmenin had safhada olduğu batı toplumu; gençleri emek vererek, hak ederek kazanmaya teşvik edememektedir.

Zamanımızda gençler; şöhret ve kolay yoldan para peşinde koşarken, legal veya illegal haram kazançlara başvurmaktadır. Bu zihniyetle yetişen bir nesilden hayır gelir mi?

Bugün İslâm medeniyetinin ayağa kalkması için yeniden kendi değerlerimizi ihyâ etmemiz gerekmektedir.